
9 Ağustos 2014 Cumartesi
51 Bölge nedir ne iş görur :)
51. Bölge (şu an Air Force Flight Test Center, Detachment 3 ayrıca Dreamland, Watertown Strip, Paradise Ranch, The Box, Groom Lake, Neverland ve diğerleri şeklinde de bilinmektedir), sahibi Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı ve Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri olan ve bilindiği kadarıyla uçak ve düşman silahları inceleme, analiz etme ve araştırma merkezi olarak kullanılmakta olan yerdir. Yeni uçakların da test ve geliştirme yeri olarak da kullanıldığına inanılmaktadır. UFO teorilerinin de üzerinde üretilmesi ile ünlüdür.
51. Bölge, ABD Las Vegas'ın 153 km kuzeyinde, Groom Gölü yakınında olup Nevada Test Sahasi ve Nellis Hava Kuvvetleri Sahası ile çevrelenmiştir. En yakın yerleşim birimi, hemen kuzey sınırında bulunan Rachel kasabasıdır. 51. Bölgenin içinde bulundugu arazi 76 km. karedir ve bu ebat Connecticut Eyaletinden biraz küçük olup, Lübnandan ise biraz daha büyüktür.
Las Vegasdan 130 mil kadar uzaklıkta, ıssız Nevada Otoyolu 375'de Mile Marker LN 29.5'de, yöreden bir çiftçi tarafindan kullanilan tek bir posta kutusu vardir. Black Mail Box (siyah posta kutusu şimdilerde beyaz), bu geniş otobandaki tek sınır noktasi olduğu için burası, inançlı insanların geldiği yerdir. Bu sınırın öte tarafi olan 51. Bölge topraklarına giriş kesinlikle yasaktir. Etrafa girilmez ve güvenlik güçleri girenleri öldürme yetkisine sahiptir yazılı büyük levhalar vardır ve her taraf güvenlik kameralarıyla çevrilmiştir. Ne karadan ne de havadan bu çok gizli üssün 30 mil etrafına hiç kimse yaklaştırılmamaktadır.
51. Bölge'nin özel güvenliği Cammo Dudes ismi verilen bekçiler sağlamaktadır. Sınıra yaklaşan insanları ve araçları belli bir zamandan sonra uyarmakla görevlidirler. Şayet uyarı sonucu siviller sınırdan ayrılmazsa yüksek miktarda para cezası kesilmektedir. Cammo Dudeslerin rütbesi yoktur. 51. Bölgeye yetkisiz hiç kimse alınmadığından daha üst düzey askeri görevlilerin öldürme yetkisi bulunmaktadır.UFO'ların ve uzaylıların burada tutuldukları söylentileri vardır

8 Ağustos 2014 Cuma
Bermuda Şeytan Üçgeni Gerçek bilim adamları açıklaması
7 Ağustos 2014 Perşembe
Nuh Tufanı
Hz. Musa Ve Firavunun hikayesi tüm gerçekliği ile
Bu İngiltere’de British Muzeum’de bulunan bir insan cesedidir. Sözkonusu müzenin “Mumyalar Bölümü” ndeki bir cam fanus içinde teshir edilen cesed, 3000 yil önceki bir insana ait olmasina ragmen etleri ve derisi dökülmemis vaziyetteydi. İngiliz Arastirma Grubu tarafindan Kizildeniz civarındaki kızgın kumların altından çıkartılarak ülkelerine getirilen bu cesedi benzersiz kilan özellik ise, mumyalanmamis durumda olusuydu. Acaba ilaçlanmis mumyalar bile çürürken, hiç korunmamis (iç organlari alinmamis ve ilaçlanmamis) bir cesedin 30 asir boyunca sapasaglam kalmasinin hikmeti nedir?” Bu cesetin Hz. Musa’yı(a.s.) ve kavmini öldürmek üzere Kızıldeniz’e kadar kovalayan Firavun’un (Misir Krali 2. Ramses olduğu sanılıyor) Kızıldeniz’de boğulduğu zamanki cesedi olduğu ifade edilmektedir. Mucize eseri ortadan ikiye ayrılan Kızıldenizden Hz. Musa ve kavmi geçince Firavun sulara gömülmüş ve Allah ibret olarak onun cesedini çürütmemiştir.
Yûnus Sûresinin 90 ve 91. âyetleri bu hâdiseyi söyle anlatiyor: “Israilogullarini denizden geçirdik. Firavun ve askerleri, haksizlik ve düsmanlikla artlarina düstüler. Firavun tam bogulacagi sirada, ‘Inandim ki israilogullarinin imân ettiginden (yani Allah’tan) baska bir ilâh yokmus. Artik ben de müslümanlardanim’ dedi.”
Fakat Cenab-i Hak firavunun imânini kabul etmemis ve ona Cebrail (A.S.) vasitasi ile söyle hitap buyurmustur: “Ona, ‘simdi mi imân ediyorsun?’ dendi. ‘Halbuki daha önce baskaldirmis ve bozgunculuk etmistin.” Ayni sûrenin 92. âyetinde ise, söyle buyurulmaktadir: “Felyevme nünecciyke bibedenike. ”
ZAFER’in “ÜÇBIN YILLIK MUCIZE” yazisi, Türk okuyuculari arasinda gerçekten takdir uyandirmisti. Çünkü konu, sadece bir arastirma gõzüyle ele alinmamis, âyet ve tefsirler açisindan da incelenmisti. Meselâ 1144 yilinda vefat eden Zemahserî, Yûnus Sûresinin sözkonusu âyetinin tefsirini, kendisinden 8 asir sonra bulunacak olan cesedi âdeta görür gibi yapiyordu:
“Seni, deniz kenarinda bir köseye atacagiz. Cesedini tam, noksansiz ve bozulmamis halde, ciplak ve elbisesiz olarak, senden asirlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacagiz” (Kessaf Tefsiri, Cilt 2, S. 251/252)
Ayet ve tefsirlerde, Firavun’a ait cesedin tam ve noksansiz oldugunun bildirilmesi, onun mumyalanmamis durumuna isarettir. Ve bulunan cesed, tefsirdeki gibi çiplak ve elbisesiz olup, derisi dahi dökulmeyecek sekilde korunmustur.
Yunus Suresi 90. 91. ve 92. Ayetler:
"İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilâh olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım.” dedi.
Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.
Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağız. Çünkü insanlardan birçoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir."
1144 yılında vefat eden Zemahşerî, Yûnus Sûresinin sözkonusu âyetinin tefsirini, kendisinden 8 asır sonra bulunacak olan cesedi âdeta görür gibi yapiyordu:
"Seni, deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış halde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız." (Kessaf Tefsiri, Cilt 2, S. 251/252)
Bu olay Kuran-ı Kerimde şöyle anlatılmaktadır:
"Bunun üzerine 'asanı denize vur' diye vahyettik. Vurunca parçalandı, herbiri kocaman bir dağ oldu." (Şuara, 63)
"İsrailoğullarını denizden (salimen karşı tarafa) geçirdik" (Yunus, 90)
"Denizi de (karşı yakaya geçtikten sonra, sana açılan yolu da kapamayıp) açık bırak; çünkü onlar (açık görecekleri bu yola girip) bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır." (Duhan, 24)
"Firavun ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış." (Taha, 78)
"Firavun ve askerleri İsrailoğullarını takip ederken, denizin ayrılmış olan sularını dehşetle görmüşler fakat kin ve düşmanlıklarından dolayı bir anlık tereddütten sonra onlar da deniz içinde açılan yola girerek takibe devam etmişlerdi. Ancak denizin ayrılmış olan suları tekrar birleşmeye başlamış ve sonunda firavunla birlikte bütün ordusu, tek bir kişi dahi kurtulamadan sulara gömülmüştür." (Şuara, 65-66)
Her ne kadar İngilizler bu cesedin sıradan bir kişiye ait olduğunu ve günümüze kadar doğal yollarla korunduğunu iddia etseler de, bize göre bu Hz. Musa'ya inanmayan ve O'nu takip ederken ordusuyla birlikte denizde boğularak helak edilen zalim firavundur. Cesedin yaşı ve bulunduğu yer de bunu doğruluyor. 10-15 sene önce görenler bu cesedin secde pozisyonunda olduğunu söylüyorlar. Daha sonra yan yatırılmış. Yanına sıradan biri olduğunu vurgulamak için çanak çömlek koymuşlar. Hz.Musa Ve Firavun hikayesinin devamıdır kaynaklar farklı)
Hz. Musa (a.s) ya Peygamberliginin Bildirilmesi
Musa (a.s) Medyen'de on sene kalip mehrini tamamladiktan sonra, Misir'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlik ve soguk bir gecede yolu sasirdi ve dag geçidinin yolunu bir türlü bulamadi. Çakmak tasiyla bir seyler tutusturmaya çalisti, basaramadi. Soguk iyice siddetlendi. Kansi da hamileydi ve dogum zamani da yaklasmisti. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardima ihtiyaci vardi. Kur'an-i Kerim'de, bu olay söyle anlatiliyor: "Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çikti. Tür tarafindan bir ates gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ates gördüm; belki oradan size bir haber veya tutusmus, bir odun getiririm de isinabilirsiniz" dedi. Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sag yanindaki agaç cihetinden: "Ey Musa! süphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'im " diye seslenildi. "Degnegini at!." Musa, degnegin yilan gibi hareketler yaptigini görünce, dönüp arkasina bakmadan kaçti. "Ey Musa! Dön, gel. Korkma. süphesiz güvende olanlardansin" denildi. "Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çiksin. Korkudan açilan kollarini kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânina karsi Rabbinin iki delîlidir. Dogrusu onlar yoldan çikmis bir millettir" denildi. Musa: "Rabbim! Dogrusu ben onlardan bir cana kiydim. Beni öldürmelerinden korkarim. Kardesim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardimci olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarindan korkarim" dedi, Allah: "Seni kardesinle destekleyecegiz, ikinize bir kudret verecegiz ki, onlar size el uzatamayacaklardir. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas, 28/29-35).
Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde, Allah Teâlâ ile Musa (a.s) arasinda geçen konusma, daha ayrintili bir sekilde verilir. su ayetler Allah Teâlâ'nin Musa (a.s)'yi rasul olarak görevlendirdigi zamanin anlasilmasinda yardimci oluyor: "Ben seni seçtim, artik vahyolunani dinle. süphesiz ben Allah'im. Benden baska ilâh yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kil!" (Tâhâ, 20/13-14).
Ve daha sonra Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya söyle buyuruyor: "Firavun'a gidin; dogrusu o azmistir. Ona yumusak söz söyleyin, belki ögüt dinler veya korkar" (Tâhâ, 20/43-44).
Allah Teâlâ'nin, Musa (a.s)'ya bunu emretmesinden sonra, Musa (a.s) ile Firavun arasinda amansiz bir mücadele de baslamis oluyordu. Hak ile bâtil'in amansiz savasi. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras biraktiklari tevhid mücadelesi...
Hz. Musa (a.s), Allah Teâlâ'nin bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah'a karsi ancak gerçegi söylemek yarasir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, israilogullari'ni benimle beraber saliver" (el-A'raf, 7/104-105).
"Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz, her seye ayri bir özellik veren, sonra dogru yola eristirendir" dedi" (Tâhâ 20/49-50).
Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'yi zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasini yere atti, kocaman bir yilan oldu. Elini koynuna sokup çikardi, gözleri kamastiran bir günes parçasi oluverdi. Musa (a.s)'nin gösterdigi bu mucizeler karsisinda Firavun gerçekten korkmustu. Bunun üzerine o da sihirbazlarini toplayip, Musa'yi maglup etmeyi kararlastirdi. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazlari çagirtti ve onlardan Musa (a.s)'nin yaptiklarindan daha büyük bir sihir yapmalarini istedi. Onlarda hazirlandilar ve bir gün kararlastirdilar. O gün gelince de halkin gözleri önünde Musa (a.s) ile yarismaya basladilar.
"Sihirbazlar: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalim" dediler. Musa: "Siz koyun"dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanlarin gözlerini sihirlediler ve onlari ürküttüler, büyük bir sihir yaptilar. Biz de Musa'ya: "Asani koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onlarin uydurduklarini yutmaya basladi. Hak tahakkuk etti. Onlarin yaptiklari bosa gitti. iste orada yenildiler, küçük düstüler. Sihirbazlar secdeye kapanip: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandik" dediler" (el-A'râf, 7/115-122).
Sihirbazlarin iman etmeleri, Firavun'u çok kizdirdi. Onlari öldürmekle tehdit etti. iste küfür, acizligini bu olayla bir kere daha ortaya koymus oldu.
Gelisen bu olaylar, Firavun'u yola getirecegi yerde, onu daha çok azdirdi. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldirmadikça rahata kavusamayacagina inanip, bu arzusunu yerine getirmeye çalisti. Musa (a.s), Firavun ve kavmini, imana çagirmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allah Teâlâ onun kavmine tufan, çekirge, hasarat, kurbaga, kan gibi çesitli azablar gönderdi. Ancak bunlarin hiç biri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.
Firavun, küfür ve inadinda, israr ve Musa (a.s)'nin davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya israilogullarini bir gece Misir'dan çikarip Filistin diyarina götürmesini vahyetti. Bir gece Musa ve kavmi sehirden çikip, Süveys halici boyunca Kizildeniz'e yöneldiler. Firavun sehirde israilogullarindan hiç bir iz göremeyince, kaçtiklarini anladi ve bütün ordusunu seferber ederek, peslerine düstü. Firavun ordusunun çok kalabalik oldugu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra israilogullarina yetisti. israilogullarinin önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarinda kocaman bir ordu vardi. israilogullari "Yakalandik yâ Musa" diye yakinmaya basladilar. Kur'ân-i Kerim'de olay söyle anlatiliyor: "Musa: "Hayir, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir"dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: "Degneginle denize vur" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrildi, her parçasi yüce bir dag gibiydi. iste oraya geridekileri de yaklastirdik. Musa ve beraberinde bulunanlarin hepsini kurtardik" (es-suara, 26/62-65).
"Firavun, ordusuyla onlari takib etti. Deniz de onlari içine aliverdi. Hem de ne alis!" (Tâhâ, 20/78).
Kur'an-i Kerim'de Allah Teâlâ, bir zâlimin, kâfirin sonunu böyle anlatiyor; ve bir kavmi nasil kurtardigini da. iste Hak, Bâtil'in tepesine böyle inip, onu ortadan kaldirabiliyor.
Firavun ordusu, bir tek kisi kalmamacasina yok oldu. Firavun ise, ölümün geldigini anlayinca iman ettigini açikladi: "Firavun bogulacagi anda: "israilogullarinin inandigindan baska tanri olmadigina inandim, artik ben de ona teslim olanlardanim" dedi. Ona: "simdi mi (inandin)? Daha önce baskaldirmis ve bozgunculuk etmistin"dendi" (Yunus, 10/90, 91).
Bu olaydan sonra Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayip, siddetli bir susuzluga kapildilar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve sikayette bulundular. Allah, Musa (a.s)'a, âsâsini tasa vurmasini emretti. Vurunca tasin oniki yerinden su fiskirdi. Her Yahudi kabilesine bir göze düsüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler, susuzluklarini giderdiler. Allah Teâlâ israilogullarina, gökten kudret helvasi ve bildircin eti de gönderdi. Fakat israilogullarinin o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere ragmen, kendini burada da ortaya çikardi. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler: "Ey Musa! Bir çesit yemege dayanamayacagiz. Bizim için Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdigi sebze, kabak, sarmisak, mercimek ve sogan yetistirsin" demistiniz de, "hayirli olani daha düsük seyle mi degistirmek istiyorsunuz? Bir sehre inin, orada süphesiz istediginiz vardir" demisti" (el-Bakara, 2/61).
Sonra Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalintilari ve Kenanlilardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karsilastilar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle savasmalarini, ve onlari bu mukaddes beldeden çikarmalarini emretti. Fakat, israilogullari buna cesaret edemedi: "Ey Musa! "Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyecegiz. Sen ve Rabbin gidin savasin, dogrusu biz burada oturacagiz" demislerdi" (el-Maide, 5/24).
Çünkü israilogullari, Firavun ülkesinde zillet ve adilige, asagilanmaya alismislardi. Onlar için bazi degerleri ele geçirmek için savasmak, bir manâ tasimiyordu. Allah'da onlari Tih çölüne atti ve yollarini sasirtti. Kavmine söz geçiremediginden yakinan Musa'ya, Allah Teâlâ: "Orasi onlara kirk yil haram kilindi. Yeryüzünde saskin saskin dolasacaklar. Sen, yoldan çikmis bir millet için tasalanma" dedi" (el-Maide, 5/26).
Zamanla, bu zillet içinde yasayan nesil, yerini hürriyetle yetisen ve izzetle yasayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-i Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.
israilogullari, bu kirk yil içinde çok çesitli sapikliklarda bulundular. Hz. Musa'nin Tur daginda kirk gün geçirdigi bir zamanda, Sâmirî isimli bir sahsin imal ettigi ve "iste sizin de Musa'nin da tanrisi" dedigi altindan bir buzagiya tapmaya basladilar. Musa (a.s) döndügünde onlari buzagiya tapinir görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çikisti. israilogullari'ni buzagiya tapinmaktan vazgeçirmeye çalisti. israilogullari ise, her firsatta iki yüzlülüklerini sergilediler (Sâmirî olayi bak. Daha fazla bilgi için bk. Sâmirî mad.). Musa (a.s), hayati boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu ugurda pek çok eziyetle karsilasti. Yurdundan çikarildi, ölümle tehdit edildi ve etrafinda kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi.
Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan sonra öldü. israilogullarini Arz-i Mukaddes'e sokamadi. Öldügünde yüz yirmi yasinda idi. Buhârî, onun ölümü ile ilgili olarak sunlari rivayet ediyor: "Ölüm melegi geldiginde, Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle bakti. Canini almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardi. Sonra: "Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki, ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allah Teâlâ, o hali üzerinden kaldirarak, tekrar Musa'ya gönderdi: "Söyle, sayili olmak sartiyla istedigi kadar yasasin". Hz. Musa: "Yarabbi, sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm simdi gelsin" niyazinda bulundu. Sonra Allah Teâlâ'dan, kendisini bir tas atimi Beyti Makdis'e yaklastirmasini, orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) söyle diyor: "Rasulullah (s.a.s): "Eger ben sizinle beraber orada bulunsaydim, onun yol kenarinda ve kizil bir kum tepesinin yaninda bulunan kabrini size gösterirdim" buyurdu".
Ve
Kurt adam Gerçeği
Unutmayalım ki, vampir Drakula efsanesinin çıkış yeri de Transilvanya’dır. Ve Drakula gerçekten yaşamış bir kişidir. Asıl adı Vlad Drakul olan bu adam şimdiki Romanya topraklarında hüküm süren küçük ama zalim bir hükümdar idi. İşi gücü savunmasız Müslüman Türk köylerine saldırıp savunmasız insanları öldürmekti. Tarih kayıtlarına göre yakaladıklarını kazığa oturtur, diri diri ateşte kızartır, yüreklerini yer, kanlarını içerdi.
Fatih Sultan Mehmed Han çağında yaşayan bu adam Türkler’e saldırıyordu, ama yalnızca savunmasız olanlarına. Hiçbir zaman Türk ordusunun karşısına çıkma cesaretini gösteremedi. Sürekli olarak Türk ordusundan kaçtı. Ama sonunda Türk akıncıları onu kıskıvrak ele geçirdiler ve layık olduğu karşılığı, Türk akıncılarının elinden buldu! Ve sonra şahsiyeti üzerine bir Vampir Drakula efsanesi ortaya çıktı. Kurt adam efsanelerinin Ortaçağ Avrupası’na dayanmasına karşın, kökenleri daha eskilere gider. MÖ 5.yy.da yaşamış Eski Yunanlı tarihçi Heredot, Karadeniz kıyısında yaşayan kimi toplulukların büyücülerinin, yılın bazı günlerinde kurda dönüştüklerinden söz eder. Yunan mitolojisinde de kurda dönüşme inancı vardır.
Yunan mitolojisine göre birgün ilah Jupiter, Arkadya kıralı Lycaon’a kızarak onu kurda çevirir ve Lycaon da sonsuza dek kurt kalıp çevresini dehşete düşürür. Roma çağında ise Vergilius, Plinius, Propertius, Servius ve Petronius, kurt adamlarla ilgili öyküler yazmışlardır. Petronius, ”Satyricon” adlı yapıtında tüm ayrıntılarıyla klasik bir kurt adam öyküsü anlatmaktadır.
Ortaçağ’ın karanlık Avrupası’nda kurt adam, büyücü, vampir ya da cadı olduğu ileri sürülerek birçok masum insan yakılarak öldürüldü. Aslında bu insanlar cadı, vampir gibi şeytani bir yaratık değillerdi. Olaylar incelendiğinde öldürülen kişilerin akıl hastası ya da fizik özürlü kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Ama Engizisyon mahkemeleri, akıl hastaları ile fizik ya da zihin özürlü kimseleri de Tanrı’nın yarattığını düşünemeyecek ölçüde cehalete gömülmüştü. Asıl şeytan, Engizisyon ve çağın yöneticileri idi. Engizisyon ve devrin yöneticileri, kendi sömürü düzenlerini yaşatmak ve halkı baskı altında tutup daha çok vergi toplamak için cadıdır, büyücüdür bahanesiyle başta kendilerine karşı çıkanlar olmak üzere birçok günahsız kişiyi katlettiler.
KURTADAMLARIN ÖZELLİKLERİ :
Avrupa’da, 1520-1630 yılları arasında kayıtlara geçmiş 30.000 kurt adam vakası vardır. İnanışa göre kuduz bir kurt ya da kurt adam tarafından ısırılan bir insan, kurt adam olmaktadır. Dolunay altında açıkta uyumak, kurtların içtiği sulardan içmek de tehlikeliydi. İsviçreli filozof doktor Paracelsus’a göre kurt adamlar, öteki dünyada ruhu huzura kavuşamayan kimselerdi. Geceleri şiddet duygularını doyurmak isteyen kişilerin de büyü ile kurt adam olabileceğine inanılıyordu. İnanışa göre kurt adamlar kıllı postlarını, insan biçiminde iken derilerinin altına gizlerler. Dolunaylı gecelerde kurda dönüşür ve insanları gırtlaklarından ısırarak öldürürler.
Başka bir inanca göre de kurt adam tesadüfi olarak ya da kendi isteği ile kurda dönüşür. Kurt biçimine giren bir kişi yalnızca gözlerinden ve sesinden tanınabilir. Çünkü sadece bu özellikleri değişime uğramaz. Kurt adamı yakalamak için giysileri saklanır; çünkü o zaman kurt adam insana dönüşemez. Bir kurt adam olağan silahlarla ölmez; kurt adamı öldürebilmek için gümüş kurşun ya da gümüş kılıç gerekir. Yaralanan ya da ölen kurt adam, hemen insana dönüşür. İnsan şekline döndüğünde, eğer yaralı ise, yaraları da iyileşir. Kurt adama 3 kez adı ile seslenmek de onu insana çevirebilir.
KAYITLI KURTADAM OLAYLARINDAN ÖRNEKLER:
12.yy.da İngiltere’de bir kadın, kurt adam olan kocasının giysilerini saklayarak eve dönmesini engellediğini söyler. Kocasının kaybolmasından kısa süre sonra da başkası ile evlenir. Olay kıralın ilgisini çeker ve konu mahkemeye intikal eder. Mahkeme sonucunda kadın ve yeni kocası, kurt adam olduğu iddia edilen eski kocayı öldürdüklerini itiraf ederler. 1573′de Fransa Dijon’da, Gilles Garnier adında bir kişi kurt adam olduğu için köye zarar vermek ve çocukları parçalamakla suçlanır.
Gilles Garnier, işkencelere dayanamayarak suçunu itiraf eder ve kazığa geçirilerek yakılır. 1589′da görgü tanıklığı yapan kimseler, Peter Stubbe’nin bir kurda dönüştüğünü gördüklerini söylerler. Mahkeme kurulu Peter Stubbe’yi işkenceyle idam etmek için başka kanıt aramaz. Peter Stubbe, tüm Avrupa’da Cologne Kurt Adamı olarak tanınır. 16.yy.ın sonlarında Fransa’da Bordoeaux kentinin yakınlarında birkaç genç kızı vahşi bir yaratık öldürür. Margaret Poiret adında bir çocuk da bu yaratığın saldırısına uğrar; ama kaçmaz ve bir şiş ile yaralayarak ele geçirilmesini sağlar. Küçük Margaret saldırganın kurt gibi baktığını ileri sürer. Zeka özürlü genç Jean Grenier sanık olarak mahkemeye çıkarılır. Tanıklar, onun özel bir merhemle kurda dönüşebildiğini övünerek anlattığından söz ederler. Jean Grenier, genç kızları öldürerek yediğini itiraf eder. Mahkeme sonunda zeka özürlü ve 13 yaşındaki Jean Grenier’in halusinasyon gördüğü ve tedavi edilmesi gerektiği kararına varılır.
Bu mahkeme, kurt adamlığa bakış açısını değiştirir. Artık, bu tür olaylar, gerçek kurt adamlık ve akıl hastalığı biçiminde ikiye ayrılır. 1598′de Fransa’nın Caude bölgesinde köylüler, bir gencin cesedini parçalayan 3 kurt görürler. Anlattıklarına göre, kurtlar kendilerini görünce ormana kaçarlar. Köylüler kurtları izler. Çalıların içinde uzun saçlı, sivri tırnaklı, tırnaklarının arasında kanlı et parçaları bulunan Jacques Rollet’i bulurlar. Jacques Rollet, mahkemede kurt adam olduğunu, öteki iki kurdun da kendisi gibi kurt adam olan arkadaşları olduğunu itiraf eder ve idama mahkum olur. Ancak, Paris mahkemesi kararı bozar ve sanığı akıl hastahanesine gönderir. Jacques Rollet, bir daha kurt adama dönüşemez ve iki arkadaşı da bulunamaz.
1949′da İtalya’da polisler, kurt adam olduğunu sanan ve dolunaylı gecelerde uluyan bir adamı izlemekle görevlendirilirler.< 1975′de İngiltere’de Staffordshire’da yaşayan 17 yaşındaki bir genç dolunayda kurt adama dönüştüğünü öne sürer. Birgün arkadaşına telefon edip yüzünün ve ellerinin renk değiştirdiğini, giderek tam bir kurt adama dönüştüğünü söyler. Genç, kısa süre sonra yüreğine bıçak saplayıp kendini öldürür.
KURTADAMLAR HAKKINDA SONUÇ:
Yukarıda anlatılan yaşanmış örneklerden de anlaşılabileceği üzere, kurt adam olduğu iddia edilen kişiler ya da bizzat kendilerinin kurt adam olduğunu söyleyen kişiler ya masum insanlardır ya da zihinsel özürlü kimselerdir.
Kurt adamlar hakkındaki boş inançlar akıl hastası olan ya da olmayan kimselerce gerçekleştirilen vahşi ve hunharca olaylarların efsaneleştirilmesi sonucu ya da masum insanların Engizisyon tarafından suçlanması sonucu ortaya çıkmış ve dallanıp budaklanmıştır.
Günümüzde kurt adamlığın tıptaki adı lycantrophy’dir. Bu sözcüğün iki anlamı vardır. Bir anlamı kişinin kendisini kurda dönüştürebilme gücü, bir anlamı da kişinin kendisini kurt sanarak yaptığı çılgınlıklardır. Bilim, kayıtlı kurt adam olaylarının çılgınlık krizleri sonucu yaşanan sinirsel olaylar olduğuna inanmaktadır. Zaten, kurt adam olduğu öne sürülen ya da kendisinin kurt adam olduğunu iddia eden kimseler, yakalandıktan sonra asla kurt adama dönüşememişlerdir.
Ayrıca, dolunaydan etkilenip de periyodik olarak her dolunay zamanında cinayet işleyen kimselere rastlanmamıştır. Gerçekten cinayetler işleyip de kurt adam olduğunu söyleyen kişiler ya davranış bozukluğu içinde olan kimselerdir ya da kendilerini davranış bozukluğu içinde gibi gösterip mahkemeyi yanıltmağa çalışan kimselerdir. Bir ek bilgi olarak söylemek gerekirse, dolunay insanları etkileyebilmektedir. Ama bu etkileme, cinayet ve hunharlıklara neden olmamakta, yalnızca ruhsal etkiler yapmaktadır.
Konunun bilim açısından açıklanması şöyledir:İnsan vücudunun büyük bir bölümü sudan oluşur. Herkesin bildiği gibi de Ay’ın su üzerinde çekim etkisi vardır (örnek: denizlerdeki gel-git) ve bu etki dolunay zamanlarında yoğunlaşır. Bundan ötürü de dolunay, insanlara sinirsel etkiler yapabilmektedir. Örnek olarak, bu bilimsel tezi işittiğimde ben şahsen kendi üzerimde denedim. Bilindiği üzere, herkesin sinirli ya da sıkıntılı olduğu dönemler vardır. Kendimi incelediğimde, sıkıntılı ve sinirli olduğum dönemlerin daha çok Ay’ın dolunay biçiminde olduğu zamanlara rastladığını gördüm..
Bir insanın bir hayvan, özellikle de kurt biçimine girebilmeye yetenekli olması, kurt adam söylencesinin çıkış kaynağı hakkında yeterli bir açıklama değildir. Çok eskiden beri çeşitli kaynaklarda ve toplumlarda kurt adam öykülerine rastlanmaktadır. Farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında sadece kurt adamlık değil çeşitli insan hayvan karışımı yaratıklarada rastlanmaktadır. İskandinavların ayı adamları, Kızılderililerin bizon adamları, Afrikalıların sırtlan adamları, Türklerin itbarakları, ve İstanbul’un kedi kadınları bunlara örnektir.
Tarihte Kurtadamlık
Eski Yunanlılar ve Karadeniz’in kuzey kıyılarına yerleşmiş İskitler, bölge yerlileri Neurianları sihirbaz olarak kabul ediyorlardı. Bu olağan üstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştükIerine inanıyorlardı. Tarihin babası olarak nitelendirilen M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan eski Yunanlı Herodot ise dilediklerinde kurda, dilediklerinde insana kolayca dönüşebilen bir insan türünden söz etmektedir..
Bir görüşe göre yüzyıllar önce, insanlığın erken tarihlerinde kurt adam doğal olmayan bir istekle insan etine açlık duyan bir canlı türü olarak kabul edilirdi.Bu insan, çeşitli büyülerin yardımıyla dilediğinde yırtıcı bir kurda dönüşmenin bir yolunu bulmuştu.
Eskilerin söylediğine göre, kurda dönüşen kişi insan sesini ve insan gözlerini muhafaza eder. Ancak vahşi dört ayaklı kurdun kuvvet ve kurnazlığını taşırdı. Kurtadamın kim olduğunu ses ve gözlerinden tanımak mümkündü.
Biçim değiştirerek kurda dönüşmek olayından, Roma edebiyatında bir büyü işi olarak söz edilir. M.S. 1. yüzyılda eser vermiş Vergilius, bu söylenceden söz eden ilk Latin ozanıdır. Bunu Propertius, Servius, ve Petronius izlemiştir. Petronius, M.S. 54-68 yılları arasında Neron dönemi Roma’sının saray eğlence müdürüydü. Satyricos adlı kitabında hiciv, macera ve fantezi dolu bir kurt adam öyküsü de vardır.
Eski Yunan ve Roma geleneğinde bir insanın kurda dönüşmesi, bir ceza olarak simgeleniyor. Böyle bir olayı M.S. 64-113 yıllarında yaşamış olan Plinius şöyle anlatıyordu: “Tanrılara insan kurban etme törenlerinden birinde kurban gölün kıyısından alınır. Ancak kurban kaçarak karşı kıyıya yüzdü. Karaya çıktığında kurda dönüşmüştü. Bundan sonraki 9 yıl boyunca yanında bir grup insanla kırlarda dolaştı. Eğer bu süre içinde insan etine yaklaşmazsa yeniden insan olacaktı. Nitekim kurtuldu ama hayatının 9 yılını kurt olarak yaşadı. “
Günahı yüzünden ceza olarak kurt adama dönüşen birinin öyküsünü de M.Ö. 43-M.S. 18 tarihleri arasında yaşamış Ovidius anlatır. Metamorphoses(Değişimler) adlı uzun şiirinde, yaradılıştan Sezar’a dek olan dönemdeki mucizevi değişimlerden söz eder. Romalı ozan Ovidius, Arkadya’nın mitsel, kralıLyeaon’un öyküsünü anlatır: “Tanrılar tanrısı Olimposlu Jupiter Lycaon’u denemek için kılık değiştirip onun sarayına yemeğe gider. Lycaon da onun Tanrı olup olmadığım anlamak için insan etinden yemek ikram eder. Jupiter bunu anlayınca ceza olarak Lycaon’u kurda çevirir. O da bu kimlikle sonsuza dek kalır ve çevreye korku salar.” M.Ö. 4. yüzyıl civarında Eflatun ve M.S. 2. yüzyıldaPausanias da hemen hemen aynı türden değişim öyküleri anlatarak aynı noktada buluşuyorlardı.
15. ve 16. yüzyıllarda kurt adama dönüşme inancı, tüm Avrupa ’da büyücülük ve cadılıkla aynı kefeye konuyordu. Özellikle Fransa ve Almanya’da kurt adam olduğundan şüphe edilen biri, acımadan yakılır ya da asılırdı.
Nitekim kurt adam avı dinsel duygular adına yapılırdı. Büyücü ve “kurt adam mahkemeleri” bugün bile anlatılmaktadır. Sözgelimi 100 yıldan daha fazla bir süre, 1520-1630 yıllarında Fransa’nın yaklaşık 30.000 kurt adam olayıyla sarsıldığı bilinmektedir.
Kurt Adamlığa Dair Çeşitli Örnekler
1573′te Fransa ‘da Dijon yakınlarındaki Dôle’ de, GilIes Garnier adında bir “kurt adam” köye zarar vermek ve küçük çocukları “yemekle” suçlanmıştı. Suçunu itiraf edince de kazığa geçirilerek yakılmıştı..
1598′de yine Fransa’da Caude yakınlarındaki ıssız ve vahşi bir yörede birkaç Fransız köylüsü, 15 yaşındaki bir erkek çocuğunun cesedini buldu. Çocuk.korkunç bir şekilde parçalanmıştı ve her yerinden kanlar fışkırıyordu. Bir çift kurt da cesedi yiyordu. Uzaktan köylüler görününce kaçıp ağaçlıkların arasında kayboldular. Köylüler “kurtları” izlediler ve bir çalılığın içinde sinmiş, yarı çıplak bir adam buldular. Uzun saçlıydı. Bakımsız, uzun bir sakalı, sanki pençe görünümünde uzun ve kirli tırnakları vardı. Aralarında pıhtılaşmış kanlar ve insan eti parçaları görülüyordu. Adam, Jacques Rollet adında bir ruh hastasıydı. Köylüler gelip de kaçmadan önce cesedi parçalıyordu. Aslında ortada kurt filan yoktu. Adamlar o andaki heyecanlı halleriyle bu ruh hastası adamı bir kurt adam olarak algılamış olabilirler. Fakat bunu anlayabilmek olanaksızdı. Ama şurası kesindi ki, Rollet kendini bir kurt gibi hissediyordu. Bu kuruntunun etkisi altındayken birçok insanı parçalayıp yemişti. Sonuçta ölüme mahkûm edildi. Fakat Paris Mahkemesi kararı bozdu. Onu bir akıl hastanesine gönderdi. Burası idam edilmeyen kurt adamların kapatıldığı bir yerdi!
20. yüzyıl
Kurtadamlara ilişkin olaylar eskisi kadar yoğun olmamakla birlikte zaman zaman bu tür olaylardan söz edilmektedir. Örneğin I. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce üç kurt adamın ele geçirildiği öne sürülmektedir.
1925′te ise Fransa’nın Strazburg kenti yakınlarındaki bir köyün halkı, köyden bir çocuğun kurt adam olduğuna ilişkin tanıklık ettiler. 5 yıl sonra Bourg-Ia-Reine’de de bir kurt adam korku saldı. Pierre van Peasen, 1939′da yayımladığı, Bizim çağımızın Günleri adlı kitabında bu olaya değiniyordu.
1946′de Kuzey Amerika’nın en eski Kızılderili kabilelerinden biri olan Navajo’lara “dört ayaklı bir katil” musallat oldu. Bu garip yaratık hep dolunay zamanı ortaya çıkıyordu.
1949′da Roma’da bir polis ekibi, garip davranışlı bir adamı izlemekle görevlendirildi. Adam, kurt adam psikozu içindeydi. Düzenli olarak her dolunay döneminde kontrolünü kaybediyor ve ürkünç bir şekilde uluyordu.
1957′de Singapur’da polisler, benzeri bir olayı izlemek için görevlendirildiler. Çünkü, bir yatılı kız okuluna sürekli olarak bir kurt adamın saldırdığı iddia ediliyordu. Kızlardan biri bir gece, baş ucunda duran birisinin varlığıni hissederek gözlerini açtı. Karşısında saçları burnuna kadar düşen, uzun ve sivri dişli, korkunç görünüşlü bir adam duruyordu. Fakat olayın ardındaki gizem çözülemedi.
1975′te İngiliz gazeteleri, Staffordshire’ın Ecc1eshall köyünde yaşayan 17 yaşındaki bir gencin olağanüstü haberleriyle dolup taşıyordu. Delikanlı, kurt adama dönüştüğü inancı içindeydi. Bu zihinsel acılarına kalbine sapladığı bir bıçakla son verdi. Delikanlının yakınlarından biri şöyle diyordu: Ölmeden çok kısa bir süre önce bana telefon etti. Yüzünün ve ellerinin renk değiştirdiğini ve giderek kurt adama dönüştüğünü söyledi. Az sonra sesi giderek homurtuya dönüştü.”
İstanbul’un Kedi Kadınları, Kurt Adamları
İstanbul’un kedi kadınlarından söz eden Amerikalı romancı ve senaryo yazarı Guy Endore’dir. Endore, Kedi kadınlardan bahsettiği ilk baskısını 1934 yılında yaptığıParis’in Kurt Adamı adlı kitabında kurgusal bir öyküyü anlatmaktadır. 1870 yılının komün ayaklanmasında geçen öykü kurt adamlar konusunu ayrıntılı bir araştırma ile desteklemektedir.
İstanbul’un kedi kadınları hakkında şunları söylemektedir Endore: “Bir saç tokası kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler ki yaratıkların kurdukları sofrada karınlarını iyice dolduracaklardır”
Amerikalı yazar Endore bir korku romanı yazıyor ve elindeki folklor malzemesini buna göre yorumluyor, kurguluyor ve abartıyor.Yazar büyük bir olasılıkla Kedi kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer tutan her kılığa giren cadılardan ve cadı kadınlardan bahsetmektedir kendi savına uygun olarak.
Sonuç
Halihazırdaki bilimsel bilgiler, kurt adam olayında olduğu gibi bir insan formunun bu kadar kısa zamanda bir başka biçime dönüşmesinin kesinlikle olanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla kurt adam efsaneleri tümüyle cehalet ve kuruntu üzerine kurulmuş olabilir. Fakat yine de yüzlerce yıldır bildirilen bu tür olayların gözardı edilemeyeceği belirtiliyor.
Cadılar Hakkındaki Herşey
Cadılık akımı, zamanın ekonomik ve sosyal problemlerinin bir sonucudur. Salgınlar, savaşlar, açlık, acı, sefalet ve ölüm halka bir şekilde açıklanmalıydı. Kiliseye ve halka göre bu olayların nedeni şeytan ve onun yardımcılarıydı. 1348deki büyük veba salgını Provence ve Queyras’da cadıların neden olduğu bir hastalık olarak biliniyordu. Ve bunun gibi bir çok toplu salgın ve ölüm olaylarında, cadılık ve büyücülük ortaya çıktı.Cadı Kültü ve Ortaçağda Cadı Avı
Cadılık ateizmdir; ateizm ise en büyük suç ve günahtır. Cadı şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi denetlemeye ve yürütmeye “bilinçli” olarak çalışan kimsedir. Bilinçli olması hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açar. (Jean Bodin)
Savaşları, veba salgınları, açlığı, sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla hâkimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların bilgini sayılan büyücüleri ‘cadı’ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır. (Scognamillo)
───☼☼☼☼☼☼───
Cadılık üzerine düşünmeye başlamak, bizi çok yönlü bir araştırmaya yönlendirir ister istemez. Bir yandan tarih ve özellikle inanç tarihi ve siyasal tarih alanına, bir yandan da antropoloji ve cinsiyet çalışmalarına değin pek çok bağlamda düşünmeyi ve tartışmayı gerektirir. Hatta günümüzle bağlantı kurmaya çalıştığımızda popüler kültür bile işin işine girer. Ancak biz meseleye cadılık anlayışları üzerine giden bir incelemeyle yaklaşmayı deneyeceğiz. Yapmaya çalışacağımız şey, ortaçağ boyunca kilisenin hışmına uğrayan, engizisyon kararlarıyla ve şiddet kullanılarak yok edilmeye çalışılan cadıların kim olduklarını tartışmak ve cadının nasıl tanımlandığı ve cadılığın ne olduğu sorularına cevap aramak olacak.
16. Yüzyıl hukukçusu Jean Bodin’e göre dinin ve ahlakın reddi evrensel ve eskidir. Bu açıdan antik dünyanın cadılarıyla 16.yüzyıl cadıları aslında birbirlerinden çok farklı değildir. İyi ve kötü ruh arasındaki farklılığı bilen, kendi çocuklarını kurban etmekle kalmayıp, ayrıca şehvet düşkünlüğü ve cinsel sapıklık içinde bulunanlar putperest olmakla birlikte cadıdır da. Bodin’e göre cadılık ateizmdir; ateizm ise en büyük suç ve günahtır. Cadı şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi denetlemeye ve yürütmeye “bilinçli” olarak çalışan kimsedir. Bilinçli olması hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açar. J.Bodin’in bu düşüncesine karşı William Perkins cadılığın evrensel olarak varolmadığını, fakat anti-hristiyan karaktere sahip olduğunu; vaftizi reddetmeyi ve dinden dönmeyi içerdiğini ileri sürüyordu. Bu anlamda cadılık yalnızca hıristiyanlıkta mümkün olabilirdi ve sadece bir hıristiyan cadı olabilirdi. 16. yüzyıl fizikçisi Johann Weyel’e göreyse cadılar zayıf, bunak, aldatılmış ve yanlış yola sapmış yaşlı kadınlardır ve biz onlara ceza vermek yerine sempati göstermeliyiz. Fiziksel olarak tehlikeli zehir kullanan cadılar olsa bile bu laik bir suçtur; kimse inançlarından ve ibadetlerinden ötürü yargılanmamalıdır. Tüm bu düşüncelerin yanında, biraz ayrıksı ve farklı olan bir başka yaklaşım ise İsveçli fizikçi Paracelsus tarafından dile getirilmiştir: Büyülü nesneleri ve kimyasal maddeleri, yıldız ve gezegenlerle birlikte kullanmak evrenin büyük ve doğal enerjisini kontrol sağlar ve bu enerjiyi kullanan kimse felaketler de yaratsa cadı olmaktan çok doktordur.
Bununla birlikte, özellikle köylerde, kara büyüyü yok etmek için ak büyüyle uğraşanlar da vardı. Yararlı görülen bu insanların şeytanla ve cadılarla başa çıkmaları konusunda komşularına yardımcı olduklarına inanılıyordu. Halk tarafından desteklenen bu insanlar da zaman zaman kilisenin vahşetinden paylarını alırlar.
Görüldüğü gibi iki tip cadılık anlayışı ortaya çıkmakta: bir yanda cadıları zarar verici büyü kullananlar olarak görenler, diğer yanda ise cadıları örgütlenmiş bir grup olarak şeytana tapanlar olarak görenler. Gerçekten bu anlamda cadılar var mıydı?
───☼☼☼☼☼☼───
Ortaçağ Avrupasında Cadılar
Çoktanrılı dönemin bilge kişisi kabul edilen büyücüler, ortaçağda kilisenin yorumuyla “şeytanın uşağı” cadılara dönüştüler. Önce, bütün aksiliklerin sorumlusu olarak yaratıldılar(!) sonra da engizisyon mahkemelerinde öldürüldüler.
Günümüzde fantastik edebiyat oldukça popüler. Bugün büyü denen şeyin aslında var olmayan, yalnızca masallarda kendine yer bulabilecek bir uğraşı olduğunu biliyoruz. Ne var ki, tarihin her döneminde durum böyle değildi. Her ne kadar bugün dünya onları televizyon dizilerinden burunlarını oynatarak istedikleri her şeyi yapabilen tatlı yaratıklar olarak tanısa da cadılar, özellikle ortaçağda birçok kimsenin korkulu rüyasıydı. Geceleri dolaşarak kötülük yaptıklarına inanılan 50 yaşlarında, dul, tırnakları uzun, pis ve şehvet düşkünü kadınlar için kullanılan cadı tanımlaması aslında bir dinin nasıl yozlaştırılabileceğinin en iyi örneklerinden birini de oluşturuyor. Peki neden kadınlar? Çünkü Kitab-ı Mukaddes’te,
“Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış 22:18)
hükmü yer alıyor. Aziz Augustine göre, ‘havai güçler’ olan iblisler göklerden aşağı süzülerek kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak ilişkinin ürünüydü.
Cadılık inancının tarihi, ilk insan topluluklarına dayansa da, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra kabusa dönüşmeye başlıyor. Şehirler, bu tek tanrılı dinin yayılmasına karşı çıkmazken, köylerde çoktanrıcılık devam ediyor. Ancak bu, kilisenin, Pagan adı verilen köylüleri şeytanla işbirliği yapan cadılar olarak tanımlamasına neden oluyor. Şeytanla işbirliği yaptıklar ve havada uçtukları, kötülüklerini dünyaya yaydıkları söyleniyordu. Bunlar çoğunlukla halkın cahilliğinden kaynaklanan hurafelerdi. Ne var ki, ortaçağ Avrupa’sında cehalet o kadar yaygındı ki, açıklanamayan her şey büyüye yoruluyordu. Kilisenin çeşitli amaçlarla yürüttüğü cadı avları da kısa sürede toplumsal bir histeriye neden oldu. Kilise, 1233′te, mezhep sapkınlıklarını önlemek ve Hıristiyanlıktan uzaklaşan tarikatlarla uğraşmak için engizisyonu kurdu. Cadılar da bu mahkemelerden nasibini aldı. Ortaçağda Avrupa’da cadılık ve büyücülük suçlamasıyla yüzlerce kişi canlı canlı yakıldı. Peki, bütün bu histerinin ardında yatan şey neydi? Yüzyıllar boyunca ortada görülmeyen cadılar ne olmuştu da ortaçağ Avrupa’sında böylesine ortaya çıkmıştı? Kilise birdenbire cadılara neden düşman kesilmişti?
Büyücü avına ilişkin yaygın kuramlardan ikisi, ağırlıklı olarak tıbbi gerekçelere dayandırılmış ve kitlesel bir çılgınlık varsayılmıştır. Savlardan ilkine göre köylü halk aklını kaçırmıştır. Yani büyücü fenomenine, elinde yanan bir meşale ile simgelenen, kana susamış köylü lümpeninin kitlesel öfkesi ve kitlesel paniğinin yarattığı bir salgın hastalık olarak bakılmalıdır. Bir diğer psikiyatrik açıklamaysa daha da inanılmayacak bir savla, bizzat büyücülerin kendilerinin, ruhsal bir bunalım içinde dünyayı tımarhaneye çevirdiği yolunda. Oysa gerçekler ne illegal bir lümpen hareketi ne de histeriye kapılmış kişilerin hezeyanları olarak açıklanabilir.
Hemen hemen dünyanın her toplumunda bir çeşit cadı kavramı vardır. Ama Avrupa’nın cadı çılgınlığı başka yerde patlak veren herhangi bir benzerinden daha canavarca, daha uzun süreli olmuş ve çok daha fazla sayıda kurban ortaya çıkmıştır. İlkel toplumlarda suçu ya da suçsuzluğu belirlemenin bir parçası olarak acı veren çok çetin deneyler kullanılmış olabilir. Ama hiçbirinde cadı olduğu düşünülen kişilere, diğer cadıların adını vermeleri için işkence yapılmamıştır. Hatta Avrupa’da bile işkence, ancak 1480 tarihinden sonra bu amaçla kullanılmıştır. MS. 370 İskenderiye Tarihin ilk bilinen kadın matematikçisi Hypatia, rüyalar, astronomi ve matematikle uğraştığı için, kilisenin iftirası üzerine cadı ilan edildi. Suçlama:
“Kadının okumuşu cadı olur”
idi. Elbette bu farklı bir yorumdu, lakin cadılığın nasıl türediğini bize açıklayabilirdi. MS 1000 yılından önce komşusu tarafından sözde şeytanla görüldüğü için öldürülen hiç kimse yoktur. İnsanlar birbirini sihirbaz ya da cadı olmakla ve kötülük yapmak için kullandıkları doğaüstü güçlere başvurmakla suçlamışlardı. Havada uçabilen ve korkunç hızlarla büyük mesafeler geçen bazı kadınlar hakkında çeşitli şeyler anlatılıyordu. Ama yetkililer sözde cadıları yakalayıncaya kadar bunları kovalamak, bulmak için araştırma yapmak ve suçlarını itiraf ettirmek için işkence yapmak benzeri eylemlerle ilgilenmiyorlardı. Aslında, Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul edildiğini ısrarla belirtmiştir. MS 1000 yılında böyle uçuşların gerçekten yapıldığına inanmak yasaklanmıştır; sonraları, yaklaşık 500 yıl sonra, 1480 yılındaysa bu uçuşların yapılmadığına inanılması yasaklanmıştır. MS 1000 yılında kilise, cadıların süpürgeye binme eylemlerini şeytanın ürettiği bir simge olarak görüyordu. Beş yüz yıl sonra kilise süpürge sopasına binme olayının yalnızca bir simge olduğunu savunanların, şeytanla birlik olduğunu resmen öne sürdü.Araştırmacı yazar ve tarihçi Giovanni Scognamillo “Medeniyetler Çatışmasında Batı’nın İnanç Temelleri” adlı kitabında engizisyon mahkemeleri ile ilgili şunları anlatıyor:
“1834′e kadar süren bu mahkemelerde, papaların kararları ve desteği ile kilise, tarihin en kanlı ve korkunç sahifelerini katliamlar ve işkenceler ile dolduruyor. Dini bir kuruluş olan engizisyon, bağlı olduğu kurumu, hiçbir şeyden kaçınmadan ve hiç kimseden korkmadan vargücüyle savunuyor. Cadılık adı altında siyasi çıkarları destekleyerek, kilisenin en korkutucu silahı oluyor. Jeanne d’Arc, cadı olarak yakılıyor.” (Jeanne d’Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d’Arc, 1920′de Vatikan tarafından azize olarak kutsanmış.)
Amerikalı Fizikçi Carl Sagan‘da, “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı” adlı kitabında,
“Cinselliği bastırılmış, erkek egemen bir toplumda, yargıçları bekar kalmaya mahkum edilmiş rahipler tarafından gelen bir ortamdan bekleneceği gibi, engizisyonda güçlü cinsel ve kadın düşmanı öğelerin de söz konusu olduğu biliniyor”
yorumunu yapıyor.
Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul edildiği görüşü Canon Episcopi denilen bir belgede düzenlenmiştir. Cadı çetelerinin geceleri uçtuklarına inanan Canon, şöyle uyarır:
“Aklı imansız olan kişi bu şeylerin ruhta değil, vücutta olup bittiğini sanır. Başka deyişle, şeytan sizi ya da başkalarını geceleri uçtuğunuza inandırır, ama ne siz ne de başkaları gerçekten uçuyor olamazsınız.”
“Gerçekten” sözcüğünün ne anlama geldiğinin ve gerçek sözcüğünün daha sonraki tanımlarından farkının kesin ölçüsü bulanık olmuştur: Sizin ya da düşçü arkadaşlarınızın, başkalarıyla havada uçtuğuna inandığınız bir kişi günah işlemiş olmakla suçlanamaz. Başkalarının orada bulunmuş olmaları yalnızca bir düştür, başkaları sizin düşlerinizde yaptıklarınızdan sorumlu tutulamazlar. Ancak, düş gören burada kötü düşünceler taşıyordur ve bu nedenle cezalandırılmalıdır. Bu ceza şekli sonradan olacağı gibi yakılmak değil, aforoz edilmekti.
───☼☼☼☼☼☼───
Engizisyon Sapkınlığı
Canon Episcopi’nin hükümlerinin tersine çevrilmesi birkaç yüzyıl aldı. Bu süre sonunda cadıların kendilerini hem beden hem de ruhça havada uçurduklarını yadsımak, dinsel öğretiye karşı işlenmiş bir suç sayıldı. Gezi gerçeği saptandıktan sonra itirafta bulunan her cadıyı, Sabbat olarak adlandırılan cadı ayininde bulunan öteki insanlar hakkında sorguya çekmek olanağı bulunurdu. İşte bu durumda uygulanan işkence, zincirleme bir tepkime gibiydi. Her cadı otomatik olarak iki ya da daha çok sayıda yakılacak aday bulunmasına yol açardı. Sistemin pürüzsüz yürümesini sağlamak için geliştirilmiş başka yöntemler de vardı. İşkencecilerin ve cellatların hizmetlerine ilişkin harcamalar cadının ailesine ödetilir, böylece harcamalar düşük gösterilirdi. Yerel makam sahipleri arasında cadı avcılığı için büyük bir coşku oluşabiliyordu, çünkü bunlar cadılıktan hüküm giymiş birinin mülklerine el koyma yetkisine sahiptiler. Bir cadı avlama sisteminin üzerinde daha on üçüncü yüzyılda durulmuş, ama bu sistem cadılarla savaşın bir parçası olarak değil de, Hıristiyanlığın içinde ortaya çıkan sapkın mezheplere karşı kullanılmıştı. Katharlar, Waldesyenler, Dolcinienler, Bogomiller gibi Katolik kilisesini tehdit eden unsurlara karşı savaşmak için Engizisyon mahkemesi kuruldu. Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde Engizisyon’un kovuşturmasına uğrayan dinsel gruplar yer altına çekildiler, gizli hücreler oluşturdular ve saklı toplantılar yapmaya başladılar. Engizisyon, düşmanın gizli etkinlikleri yüzünden çabalarının sonuçsuz kaldığını görünce, sapkınları itirafa ve suç ortaklarını açıklamaya zorlamak üzere onlara işkence yapmak için Papa’dan izin istedi. Bu izin Papa 6. Alexander tarafından verildi.Sapkınları, dine küfredenleri, büyücüleri, şeytani işlerle uğraşanları meydana çıkarıp halkı bu kötü insanların şerrinden korumak için, Kutsal Roma Kilisesi 12. yüzyılda bütün Avrupa’da etkili bir soruşturma komitesi kurulmasına karar verdi. Aslında daha önce de böyle yerel komiteler kuruluyor ve zararlı sapkınların cezası veriliyordu. Ama, cezalandırmalarda ipin ucunu kaçıranlar artınca, Papalık bu işi ele almak zorunda kaldı. Adını “soruşturma” anlamındaki Latince “inquisitio” kelimesinden alan bu kuruluşun yetkileri, ancak 1908 yılında Papa Pius X tarafından Kilisenin modernizasyonu sırasında kısıtlanabilmiştir.
Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında, yedinci bölümde rahip Jorge’nin ağzından Kilisenin felsefesini çok anlamlı bir biçimde dile getirir:
“Kilise kanununun adı Tanrı korkusudur. Halk devamlı korkmalıdır ki Tanrı’nın gölgesi olan Kilise ayakta kalabilsin.”
Engizisyon işte bu amaçla kurulmuştu ve uzun yıllar boyunca görevini hiç acımadan yerine getirdi.
Engizisyon’un en çok hışmına uğrayanlar, hiç şüphesiz cadılardı. Aslında cadılığın kökünde, Avrupa’ya kuzeyden gelen barbar kavimlerin doğaya ve bilinmeyene olan tutkusunu bastırıp halkı batıl inançlarla korkutmaya çalışan Kilise’ye karşı bir protesto vardır. Bu protesto en çok İngiltere adasında kendisi göstermiş ve halkın yoğun tepkisi sayesinde buraya Engizisyon girememiştir. Günümüzde Margaret Murray tarafından gayet iyi bir yorumla sunulan bu Witch kültü, Batı Avrupa’da Hıristiyanlığa karşı pagan dinlerin yeniden ayaklanışı anlamını taşır.Murray’in 1921′de yayınlanan The Witch-Cult in Western Europe adlı araştırmasında, cadılarla periler ve elfler arasındaki bağlantı şöyle tanımlanır: (App.I)
“Bir zamanlar Avrupa’da yaşayan cüce ırktan çok az elle tutulur bakiye kalmıştır günümüze. Ama bu ırk elfler ve perilerle ilgili birçok hikayede varlığını koruyabildi. Her yedi senede bir kendi tanrılarına bir insanı kurban etmelerinden başka bunların dini inançları ve gelenekleriyle ilgili bir bilgimiz yok… Cadıların, bu periler olarak bilinen ırk ile güçlü bir bağlantısı olduğu kesindir. Tahminimce, üç yüz yıl öncesine kadar, peri ırkına bağlı gelenekler devam etmiştir ve bu gelenekleri sürdürenlere de cadı (Witch) denmiştir.”
───☼☼───
Sapkın mezhepler işkence gördüğü sırada cadılar hâlâ Canon Episcopi’nin hükmü altındaydı. Cadılık bir suçtu ama dinsel bir sapkınlık değildi. Çünkü sabbat adı verilen cadı toplantıları imgesel bir uydurmaydı. Zamanla Engizisyon sorgucuları cadılık davaları konusunda yargı yetkisinden yoksun olmaları nedeniyle, gittikçe hoşnutsuz bir tavır içine girdiler. Onların anlayışına göre, cadılık artık Canon Episcopi’nin uygulandığı dönemlerdeki gibi değildi. Yeni ve çok tehlikeli bir cadı türü gelişmişti. Bu cadı türü sabbatlara gerçekten uçarak gidebiliyordu ve diğer sapkın mezheplerin gizli uzantıları gibi davranıyorlardı. Eğer cadılar da öteki sapkınlar gibi işkenceden geçirilebilirlerse, onların itirafları çok daha geniş bir suikast örgütünü açığa çıkarabilirdi. Sonunda Roma bu yönde gelen taleplere boyun eğdi. 1484’de Papa Innocentius VIII, kendi kurtuluşlarına aldırmaksızın katolik inançtan saparak şeytana teslim olanları cadı ilan ederken kafasında bu düşünce vardı. Kilise, kendisinden farklı olanları hazmedemeyecek/kabul edemeyecek ve onları engellemenin ve cezalandırmanın yollarını arayacaktır. Almanya’nın her yerinde cadıların kökünü kazımak için 1484 yılında yayımladığı bir kararnameyle, Engizisyoncu Heinrich Institor Kramer ve Jakob Sprenger‘e, Engizisyon’un bütün yetkilerini kullanma izni verdi.
───☼☼☼☼☼☼───
Kramer ve Sprenger
Kramer ve Sprenger 1497’de, her cadı avcısının el kitabı olarak kullanılan “Cadıların Çekici” (Malleus Maleficarum) adlı bir kitap yazdılar. Kitapta cadıların nasıl büyüler yaptıkları ayrıntılı olarak anlatılır. Sözgelimi süt büyüsü yapan bir cadı için şöyle yazılmıştır:
“Süt büyüsü yapacak cadılar, genellikle kutsal günlerde gece yarısı evlerinin herhangi bir cephesinin önünde toplanırlar. Bacaklarının arasında süt teknesi olduğu halde büyüyü uygulamak için çömelen cadı, elindeki bıçağı, baltayı ya da sivri uçlu bir nesneyi ağaca saplar ve inek memesinden süt sağarmışçasına aynı hareketi baltanın, bıçağın sapına uygular. Bir yandan da her zaman yanına gelmeye hazır bekleyen şeytanı çağırır. Büyü yapılan komşunun ineğinin memelerindeki süt, şeytan tarafından saplanmış nesnenin sapından büyücünün teknesine akar.”
Kitapta, cadıların nasıl meydana çıkarılacağı ve cinlerle ilişki kurduklarını itiraf etmeleri için hangi işkencelerin yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kitapta,
“Acaba cinler tek başlarına kötülük yapabilirler mi, yoksa bir cadının yardımı gerekir mi?”
sorusuna
“Onlar mutlaka kendilerine yardım etsin diye birisini bulup kandırır ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili biçimde yayarlar”
cevabı verilerek halktan kimin cadı olduğunu tahmin edip hemen bildirmeleri isteniyor.Kramer ve Sprenger, cadıların bazılarının yalnızca simgesel olarak sabbata katıldıklarını; ama çoğunun oraya gerçekten de gövdelerini taşıdıklarını kabul ettiler. Her iki durumda da sonuç aynıydı, çünkü oraya yalnızca imgesinde uçan cadı, olan bitenleri tıpkı gövdesini taşımış cadı kadar güvenilir biçimde görmektedir. Bir kocanın, karısının yatakta yanında olduğuna yemin ettiği ama başkalarının onu sabbat ayininde gördüklerine ilişkin tanıklık ettikleri davalara gelince, burada adamın dokunduğu kadın karısı değil, onun yerini alan bir şeytandır. Belki de Canon Episcopi’nin öne sürdüğü sava göre uçuş yalnızca imgeseldi. Ne var ki cadıların verdikleri zararın imgesel olduğu nasıl düşünülebilirdi ki? Akla gelebilen her yıkım sığırların ve ürünlerin yok olması, çocukların ölümü, acılar ve ağrılar, sadakatsizlik ve delilik cadılardan kaynaklanıyordu. Bütün bunların ardından, Cadıların Çekici adlı kitap, cadıların tanınmaları, suçlanmaları, sorguya çekilmeleri ve işkenceden geçirilmeleri işlemlerinin nasıl yapılacağını anlatan bir bölümle son bulur.
“Kim ki birinin zındık ya da büyücü olduğunu bilmektedir ya da duymuştur, ya da kim ki böyle birinin insanlara, hayvanlara ya da tarlalardaki ürüne yönelik, devlete zarar veren herhangi bir uygulamasına tanık olmuştur, on iki günlük süre içinde bizleri haberdar etmek zorundadır…”
Büyücü ihbarında ihmali görülen herkes, kiliseden kovulmak ya da fiziki cezalardan birine çarptırılmayı göze almak zorundaydı. Sanıkların suçlarını itiraf etmeleri için tüyler ürperten işkenceler uygulanırdı. Genellikle sanığın önce giysileri çıkarılmakta, sonra da tırnak sökme, çarmıha germe, kemik kırma, susuz bırakma, dayak atma gibi işkencelere tabi tutulmaktaydılar.Sprenger, nedense aklını kadınlara fena takmıştı. Cadıların kesinlikle kadınlar arasından çıktığına inanıyordu. 1631 yılında Friedrich von Spee tarafından kaleme alınan Cautio Criminalis adlı eserde ise bütün bu kepazeliklerin din adına yapılmasının utanç verici olduğunu belirten yazar, bir dedikodu uğruna cadı diye damgalanan kadınları çırılçıplak soyup en mahrem yerlerine kadar inceledikten sonra öldüresiye işkence etmenin ilahi adaletle bir ilgisi olmadığını savunur. Ancak, unutmayalım ki bu tarihte Almanya’da dini reformlar yerleşmiş ve insanlar yobazların baskısından kısmen de olsa kurtulmuşlardı.
Carl Sagan, “Cadıların Çekicini”ni, “işkencecinin teknik el kitabı” olarak niteliyor ve cadı yargıçlarının bir ellerinde bu kitap, diğer ellerinde de Papa’nın fermanı ile Avrupa’nın her yerinde mantar gibi türediklerini yazıyor. Cadı avının kısa sürede bir gider hesabı yutturmacasına döndüğünü belirten Sagan, şu bilgileri veriyor:
“Tüm soruşturma, dava ve infazların giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı, yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam edilen cadının mal varlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet arasında bölüşülüyordu. Bu yasa ile toplumsal ahlak onaylı kitle cinayeti ve hırsızlık kurumsallaştıkça, çevresinde büyük çaplı bürokrasi oluşarak, ilgi alanı yoksul acuzeler olmaktan çıkıp orta sınıftan dişe gelir kadın ve erkekler olmaya başladı.”
───☼☼☼☼☼☼───Şifa, Hekimlik ve Cinsiyet
Cadı olduğu düşünülen bir kadının bir başkasına büyü yoluyla zarar verip vermediğinin, doğal ve diğer felaketlere neden olup olmadığının somut olarak kanıtlanamayacağı, ancak inanç düzeyinde bunun böyle olduğu ortaya konulabileceği düşünüldüğünde; hatta kimin cadı olup olmadığının belirlenmesinin de keyfiyete dayandığı hesaba katıldığında, cadılar için gündeme getirilen yasal düzenlemeler, yasaklar ve ölüm cezalarının iktidar olanlar tarafından, kendi iktidarını özellikle de kadınlar üzerindeki iktidarını güçlendirmek ve yeniden üretmek için kullanılabileceği açıkça görülebilir. Yoksa kim kanıtlayabilir, Batı Almanya’nın güneyindeki bir kasabada şiddetli dolu fırtınalarının sorumlusu görülüp cadı olarak yakılan 63 kadının gerçekten o felaketlere neden olduğunu.Sabbat ayinleri düzenlemekle suçlanan ve şeytanla işbirliği yaptığı iddia edilen kişilerin çoğunun kadınlar olması, ortaya değişik savların çıkmasına neden oluyor. Bunlardan bir tanesi dönemin tıbbının ve şifacılığının kadınların elinden alınarak tamamen erkek egemen bir düzenin kurulmasıyla ilgili. Bu sava göre o dönemde büyücü ya da cadı olduğu iddia edilen kişilerin büyük çoğunluğu, bazıları bugün bile farmakoloji alanında kullanılan şifalı otlar yardımıyla insanları sağaltan şifacılardı. Sözgelimi cadı ya da büyücü olduğu iddia edilen kişiler bazı otlar yardımıyla doğumu kolaylaştıran, iltihap dağıtan, ağrı kesici olan ilaçlar elde ediyorlardı. Bu dönemde kiliseye bağlı hekimlerse kadının doğum sırasında çektiği acıların, işlenen ilk günahtan dolayı olduğunu öğreniyordu. Şifa dağıtan cadıların yöntemleri ve elde ettikleri sonuçlar Katolik kilisesi için önemli bir tehdit oluşturuyordu; çünkü cadı olduğu söylenen kişiler uygulamacıydılar. İnanç dünyasının duaları ve kilisenin katı dinsel öğretisinden uzak duruyor, deneme yanılma yöntemiyle elde ettikleri neden sonuç ilişkisine itibar ediyorlardı. Hastalıklar için, gebelik ve doğum için en uygun ilacı bulmak amacıyla çalışıyorlardı. Kilisenin gözüne büyü gibi görünen şeyler bir anlamda o çağın bilimi sayılabilirdi. Kiliseyse tümüyle deneyselliğin karşısındaydı. Kilise için doğadaki fiziksel oluşumların arkasındaki yasaları araştırmak anlamsızdı. Dünya Tanrı tarafından bir anda yaratılmıştı; herhangi bir anda yok edilebilirdi. Büyücü ya da cadı oldukları iddia edilen şifacılar pratik çalışmalarını halk katmanları arasında sürdürürken, egemen sınıflar tıp dünyasında kendi temsilcilerini ortaya çıkarıyordu: Üniversite eğitimi almış doktorlar.
Ortaçağın bu döneminde Araplarla ilişkilerin sıklaşması nedeniyle Avrupa’da bilimsel anlamda bir canlılığın başladığı göze çarpıyordu. Tıp da bu canlanmadan etkileniyordu. Ne var ki kilisenin katı baskıcı tutumu, tıbbın belirli bir çerçeveye oturtulmasını ve bunun dışına asla çıkılmamasını zorunlu kılmıştı. Ortaçağ tıp eğitimi kilise doktriniyle çatışmayacak şekilde düzenlenmişti. Okumuş doktorlar bir papazın izin ve yardımı olmaksızın hiçbir tedavi uygulayamıyorlar, günah çıkarmaya rıza göstermeyen hastalaraysa hiç bakamıyorlardı. Doktor bedeni tedavi ederken ruha zarar vermemeliydi. Tıp eğitimi alan doktorlar için bu, zaman zaman akla ters düşecek uygulamalar anlamına gelebiliyordu. Öğrenimi sırasında hiç karşılaşmadığı hastayla ilk defa yüz yüze geldiğinde doktorun yaptığı şey, hurafelere dayanan adetleri uygulamaktı. Oxford Üniversitesi’nden bir tıp doktorası ve teoloji bakaloryası olan Doktor Edwards’ın, diş ağrısına karşı bir hastanın çene kemiği üzerine “baba, oğul ve kutsal ruh adına amin!” yazdığı söylenir.
Hekimlik üniversite eğitimini gerektiren bir meslek olarak ortaya çıktıktan sonra, bu mesleği yasal olarak kadınlara kapatmak çok zor olmadı. Böyle bir eğitimin giderlerini kolayca kendileri karşılayabilen üst katmanlardaki kadınların bile önlerinde, yalnızca erkek doktorların mesleklerini uygulayabileceklerini belirten lisans yasaları vardı. Yani ayrıcalıklı kadınlar belki tıp okuyabilir, ama kesinlikle doktorluk yapamazlardı. Aslında bu önleyici yasaları uygulamak o kadar da kolay değildi. Bir avuç okumuş erkek doktorun karşısında birçok sağlık pratisyeni bulunuyordu. Ama bu yasaların asıl hedefi köylüye şifa dağıtan kadınlar değil, okumuş erkek doktorlarla birlikte, aynı şehirli hasta çevresine hizmet veren kadınlardı. Sözgelimi 1322′de Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi, Jacoba Felicie adlı bir kadını mahkemeye vermişti. Jacoba, şifa dağıtmakta başarılı ama tıpla ilgili eğitim almamış bir kadındı. Hastaları, ona gelmeden önce öğrenim görmüş ünlü doktorlara gitmiş insanlardı. Mahkemede suçlandığı temel noktalarsa şunlardı:
“… hastalarının iç hastalıklarını ve enfeksiyonlarını, hem de dış iltihaplanmaları tedavi etmiştir. Yorgunluk nedir bilmeksizin bütün hasta ziyaretlerini kabul etmiş, doktorların başvurduğu aynı yöntemlerle idrar tahlili, nabız sayımı, vücut ve organların yoklanması ile muayenesini yürütmüştür.”
Altı tanık, başka birçok doktora başvurdukları halde ancak Jacopa tarafından iyileştirildiklerini; cerrahide ve tıpta Paris’te hiçbir doktorun erişemeyeceği bir yetkinliğe sahip olduğunu söyledi. Ama bütün bu kanıtlar onun aleyhine değerlendirildi, çünkü öne sürülen asıl suçlama onun yetkin olup olmadığı değil, bir kadın olarak hasta iyileştirmeye kalkışmasını hedef almıştı.
Benzer bir gerekçeyle de İngiliz doktorları parlamentoya bir dilekçe vermişler, bazı gereksiz ve muzır kadınların “fizikçilik mesleği”ni icraya cesaret etmeleri nedeniyle yüksek para ve hapis cezalarıyla cezalandırılmalarını istemişlerdi. 1400′lerde artık doktorluğun, şehirli okumuş tıp pratisyenlerine karşı verdiği savaş bütün Avrupa’da zaferle sonuçlanmıştı. Bu zafer, üst düzeylerin sağlık hizmetlerinde erkek doktorların tartışmasız tek yetkili olduğunu getirmişti. Bunun dışında kalan sağlık pratisyenlerinin büyücülükle suçlanıp ortadan kaldırılmalarının önü, kilise tarafından açılıyordu. Öyle ki cadılık suçlamasıyla kovuşturulan kadınların büyüyle uğraşıp uğraşmadığına ya da büyülerinin zararlı olup olmadığına karar veren kişiler, doktorlardı. Cadıların Çekici’nde şöyle yazıyor:
“Ve bir hastalığın büyüleme yoluyla mı yoksa fiziksel bir etkiyle mi ortaya çıktığını ayırabilmek için her şeyden önce bir doktorun tanısına başvurmak gerekir.”
Büyücü avları süresince kilise de, doktorların profesyonel tababetini açıkça yasal olarak tanımlamışken, profesyonel olmayan tababeti, büyücülük uğraşıları içinde sınıflamıştı:
“Eğer bir kadın eğitim görmeksizin birini tedaviye kalkışırsa, bu kadın bir büyücüdür ve ölmek zorundadır.”
Sonuçta büyücü safsatası, doktora, günlük uygulamalarında kendi dışındakilere çamur atmak için hoş bir fırsat yaratmış oldu. Onun iyileştiremediği her şey belli ki büyücülüğün ürünüydü.
───☼☼☼☼☼☼───
Cadı Suçlaması
Aslında cadılıkla suçlanmak için öyle olağanüstü bir nedene de gerek yoktu. Birinin vücudunun herhangi bir yerinde beni ya da doğum lekesi varsa, bu, o kişinin şeytanla işbirliği yaptığının kesin kanıtı sayılıyordu. Ya da ormanda yabani otlar toplayıp sebze çorbası yapan kadınlar, emri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıp cezalandırılıyordu. Eğer bir kadın, kilisedeki ayin sırasında esnerse, kadının içindeki cinin kutsal sözleri duyup kaçmaya çalıştığı düşünülüyordu. Birisinin cadı olup olmadığını anlamak için Hıristiyan dünyasında yapılan işlemler de ilginçlik gösteriyor. Örneğin, vaftiz suyuna atılıp da batmayanlar, vaftiz suyunun onları istemediği gerekçesiyle cadı sayılıyorlardı.
Bir kadının cadı olduğunu anlamak için işkence türleri:
Kızgın Demir Deneyi: İki el ile kızgın demir tutturulur. Elleri yanmamış ya da az yanmışsa, şeytanla işbirliği içindedir.
Soğuk Su Deneyi: Kadın; çıplak, el ve ayakları birbirine bağlı olarak suya bırakılır, batmadan kalır ve yüzerse şeytanın işgalindedir.
Tartı Deneyi: Kadının saçları kesilir, giysileri çıkartılır, kendisine bakılarak bir kilo tahmini yapılır. Gerçekten tartıldığında, edilen tahminden daha ağırsa şeytanla işbirliği içindedir.
Gözyaşı Deneyi: Kadın; suçsuz ise ağlar; gözünden yaş gelmiyorsa, şeytan engelliyordur, suçlu bulunur.
Aslında suçlamak istediğiniz bir kadına karşı her şey cadılık için kanıt sayılıyordu: Kadının fazla çalışkanlığı ya da tembelliği; kronik bir hastalığı ya da aşırı sağlıklı olması; şifacılığı veya ebeliği; evinin üzerindeki kara bulut olması ya da fazla açık hava olması; doğuştan kızıl saçları olması (İsa’nın eşi Mary Magdelena nedeniyle), iffetsizliği… vs. Cadılığın olmadığını söylemek ise, İncil’i inkar etmek anlamına bile gelebiliyordu.Bir de Cadı olduğu kesin olanlara yapılan işkenceler vardı, Köln Başpiskoposunun 1757′de cadılar için onayladığı işkence maddeleri de şunlar:
Su İşkencesi: Kadın, sıkıca bağlanır, huni yardımı ile zorla ağzından sindirim borusuna su dökülür. Sindirim organları, fazla sudan dolayı patlar.
Metal Tıkaç: Armut şeklinde bir alet olup, zorla ağza sokulur, vida ile iyice açılır ve bu esnada tüm dişler kırılır. Cadı, suçunu itiraf etmeye hazır olduğunu işaret edinceye kadar, çene kemikleri birbirinden ayrılır.
Ayaklık: Ayakları, kan damarları çatlayana kadar, demir mengenede sıkıştırılır. Bu esnada kemikleri de kırılır.
Diri Diri Suda Boğma: Kadının iffetsizliğini sembolize eden bir canlı maymun, baştan çıkartıcılığını gösteren canlı yılan ve cadılığının işareti kedi, kadınla beraber bir torbaya konur ağzı sıkıca bağlanır ve suya atılır.
Diri Diri Toprağa Gömme
Dört Atla 4 Ayrı Yöne Çekerek Parçalama
Kafasını Kesip Yakma
İşkence Çarkında Canlı Canlı Parçalama
Diri Diri Yakma
Cadının ölümüne hemen izin verilmez, işkence ile acı çekmesi temel amaçtır. Ölmeden önce, cadının içindeki şeytandan onu arındırmak böylelikle öte dünyaya daha az günahkar gitmesi amaçlanır.
Cadıdan alınan masraflar:
Hapiste cadıyı ziyaret eden papazların parası.
Yakılacağı odunların parası.
Yakılışını izleyen askerlerin içki parası.
───☼☼☼☼☼☼───
Ünlü hukukçu William Blackstone, 1765 tarihli “İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar” adlı eserinde şöyle yazdığı belirtiliyor:
“Cadılık ve büyücülüğün, bırakınız gerçekten var olduğunu reddetmeyi, olabilirliğini tartışmak kalkışmak; Tanrı’nın, hem eski, hem de Yeni Ahit’in çeşitli bölümlerinde tekrarlanan sözüyle düpedüz çelişmek anlamına gelir.”
“Bir cadının yaşamı için uğraş vermemelisiniz”
diyen İncil’e uygun olarak yapılan bir işlem de cadıların yakılarak öldürülmeleriydi. Bu infaz şekli,
“Kilise kan dökmekten nefret eder”
diyen kilise yasaları ile uyum sağlamak amacıyla kutsal engizisyonca benimsenmişti.
Cadı avı Avrupa’da sonraları da Amerika’da dönem dönem ortaya çıktı. Yakılan kurbanların büyük çoğunluğu cadı olduklarını ve şeytanla işbirliği yaptığını kabul eden kadınlardı. Ne var ki bu itirafların hepsi işkence altında yapılmıştı. Kurbanlara iki seçenek sunuluyordu: işkence altında yavaş yavaş ölmek, ya da cadı olduğunu itiraf ederse yakılarak ölmek. Birisinin bir suçlamaya uğraması içinse birçok neden olabilirdi. İneğinin ölümünü sevmediği komşusunun üzerine yıkan biri, onu rahatlıkla suçlayabilirdi. Mallarına el konmak istenen zengin biri, ya da birinin aşkına karşılık vermeyen güzel bir kadın cadılıkla suçlanabilirdi. Sonuç çoğu kez değişmezdi: yakılarak ölüm. Sonuç olarak söylenebilir ki cehaletin, toplumsal histerinin ve engizisyonun dayattığı koyu bağnazlığın ürünüydü cadılar. Cadı avıysa bir biçimde ortaçağ tıbbının kadınlardan arındırılması ve kilise yönetiminde erkek egemen bir havaya büründürülmesiyle sonuçlandı.
───☼☼☼☼☼☼───Avrupa’dan Sıçrama
Ortaçağı izleyen Rönesans’da da durum değişmedi. Şeytan ve uşakları 17. yüzyılda Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya sıçradılar. 1645 ve 1692‘de Amerika’da Salem kasabasında 19 cadı ölüme mahkûm edildi. Cadılara karışan genç kızlarla ilgili ilginç olay 1692 yılında, ABD’nin Massachusetts eyaletinin Salem kasabasında meydana geldi. Ann Putnam, Marry Wadden ve diğer kızların abuk sabuk iddialarla ortalığı ayağa kaldırmaları sonucunda, bir tür Engizisyon mahkemesi kuruldu ve yobazlar kısa zamanda kasabada dehşetengiz bir cadı avına giriştiler. Yıllar sonra her şeyin düzmece olduğu anlaşıldığında ise çoktan iş işten geçmişti. Fransız devrimi ile cadılar ve büyücüler, şeytanlık özelliklerinden çok şey kaybettiler; ceza kanununda sadece birer dolandırıcı sayıldılar.Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan “cadı avı”yla ilgili son araştırmalardan biri de araştırmacı Haydar Akın‘a ait. Akın, Almanya’da yazılı kaynaklar, mahkeme tutanakları ve diğer belgelere dayanarak yazdığı, “Ortaçağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı” adlı kitapta 1430-1780 yılları arasında, yaşlı ve kimsesiz kadınlarla başlayan ancak erkekler, çocuklar hatta din adamları olmak üzere geniş bir kesime yayılan bu av sonucunda 50 bin kişinin öldürüldüğünü ortaya koydu.
───☼☼───
Cadılık inancına eski Türklerde de rastlanıyor. İnanışa göre, cadı hortlamış bir insandır. Hortlamasına sebep olarak ise, ya gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması ya da ölünün üzerinden kedi atlaması gösterilmiş. Günümüzde de hala Afrika’daki Barotse kabilesinde, Yeni Zelanda’daki Maori kabilesinde, Guetemala’daki Kişe Kızılderililerinde genel olarak cadılık inancı bulunuyor. Bunun yanı sıra Amerika’da 31 Ekim gecesi günümüzde bir geleneksel şenlik olarak Cadılar Bayramı olarak kutlanıyor. Amerikalıların Halloween dedikleri cadılar bayramının kökeni ise, M.Ö. 5′inci yüzyıl İrlanda’sına dayanıyor. İrlanda’nın Celtic bölgesinde yaz mevsiminin sonu olarak 31 Ekim kabul edilirdi. İnanışa göre, o sene içinde ölenlerin vücutsuz kalan ruhları 31 Ekim gecesi kendilerine yeni bir vücut aramak için gelirlerdi. Herkes, bedenini bu ruhlara kaptırmamak için, evini ruhları korkutup kaçırtacak şekilde düzenler; mumlar yakıp hayalet kostümleri giyerdi.16′ncı yüzyılda cadı avı çılgınlığı en üst seviyelere ulaştı. O yıllardaki büyük buhran ve ekonomik krizin yarattığı infiali de önlemek için korku ve baskı yaratılmaya karar verildi. Bunun için de cadılar (büyücüler) seçildi ve sanki her şeyin nedeni cadılarmış gibi gösterildi. Giovanni Scognamillo bu dönemi şöyle anlatıyor:
“Savaşları, veba salgınları, açlığı, sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla hâkimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların bilgini sayılan büyücüleri ‘cadı’ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır.”
Scognamillo ayrıca, Fransız tarihçi Michelet‘in “Cadılar” adlı eserinde,
“Büyücü (cadı) hangi dönemde doğuyor, sorusuna, ben, umutsuzluk döneminde bu normal, diye cevap veriyorum. Tereddüt etmeden, kilise dünyasının yarattığı derin umutsuzluktan, diyorum. Cadı, kilisenin suçudur”
şeklinde yazdığını da belirtiyor.
───☼☼☼☼☼☼───
Cadı Kültü
Cadı, vahşi (wild) ve wit (bilgi, akıl) sözcüğünden gelir, Antik çağdaki wic ise, söğüt dalı yani kırılmadan bükülebilen dal sözcüğünden türeyerek wiccan adını aldı. Bu bükme, gerçekliğin algısını bükebilen anlamında olup, cadının süpürge ya da asası, bu nedenle söğüt dalından yapılırdı. Sonradan Kilisenin uygulamaları ile bu kelimelerin kökleri witch olarak değiştirilip, kötülük, yaşlılık ve çirkinlikle eş tutularak, aşağılayıcı bir anlam kazanmıştır.İngiltere’de düşmanlarının balmumu heykelcikleriyle ya da diken veya iğneyle delinmiş kulaklarıyla birlikte yakalananlar, düşmanlara zarar vermek için kullanıldığı sanılan lanetli tabletler, büyü amaçlı kullanıldıkları sanılan cesetler (necromany), kasaba mezarcılarına ölü bebeklerin saç ve tırnaklarının çalınmaması için verilen uyarılar, kara büyü yapan cadıların var olduğuna dair kanıtlar olarak sunulabilse de toplumların yaşadığı her felaketten (katillik, hırsızlık, verimsizlik, ürünlerin azalması, fırtınalar, depremler, ırza geçme gibi suçlar) yine onların sorumlu tutulması gibi bir yaklaşımı haklı kılmaz. Kaldı ki, sağaltıma yönelik büyüyle uğraşanların da azımsanmayacak kadar çok olduğu düşünüldüğünde bu yaklaşımın altında ortaçağın (bugüne kadar uzanabilmiş) bağnazlığının kıpırdadığı hissedilir.
Günümüzdeki araştırmalar bu büyülerin çoğunlukla etkili olduğunu ileri sürmektedir. Eğer birisi düşmanının kendisine büyü yaptığını bilirse ve büyünün etkisine inanırsa psikolojik baskı, histerilere ve psikomatik etkilere neden olabilir. Yani büyü, gücünü, büyü korkusundan alır. Öte yandan ritüel, ayin ve kutlamalar için toplanan cadı gruplarının varlığı da bilinmekte. Ortaçağın başlarında ünlü bir kilise yasası, geceleri Diana’ya tapınan kadınları suçlar. Bu kadınlar, kanuna göre, yalnızca Tanrının yapabileceklerini şeytanın ya da kendilerinin yapabileceğini düşündürülerek aldatılmışlardır. Kimi ‘May Day’ ve ‘New Year’ kutlamaları en azından pagan törenselliğinin formlarını canlandırır. Sabah törenlerinde biraraya gelen cadıların da varlığı bilinmekte. Gerçek şeytana tapınma ise Alman Luciferianları ve Bohemian Adamiteleri arasında ortaya çıkmıştır.14.yy’da olduğu bilinen örgütlü büyücüler yaşamaya devam eden eski muhalif mezhepleri, cadıların self-conscious gruplarını ya da engizisyon tarafından şüpheyle bakılan ve işkence çeken kurbanlarını temsil eder. (Catharists’ler, Albiyensiyans’lar, vb.). Ayrıca Ortaçağa ait bazı putperestlik tanımlamaları, cadı kültünün olduğuna dair kanıtlar sunar. Örneğin İngiliz kaynakları, deriler giymiş, boynuz takmış bir lider eşliğinde yapılan May Day kutlamalarından söz ediyor. Bu cadı kültü, kilisenin 15. yüzyılda gücünü toparlamasıyla yok edilmeye başlansa da pagan ritüelleri bütün o dönem boyunca yaşamaya devam etmiştir.
Cadılığının tabanını oluşturan kadınlara farklı yapılardan da katılım olabileceği söylenmektedir ve bu olası katılım da uyumsuz ve muhalif bir katılımdır. Yeni düzene (feodalite) ayak uydurmayıp yitirecek hiçbir şeyi kalmamış köylü erkekler, antik gizemciliğe ilgi duyan aydınlar, libertenler, farklı nedenlerle toplum dışına itilmiş çeşit çeşit nonkonformistler, inançsızlar, inanç arayanlar, eşcinseller, cadılığın potansiyel bir muhalif güç olduğunu düşünen maceracılar… Kilisenin farklı, toplumdışı bulduğu herkesi cadılıkla suçlaması da böyle bir koalisyonu zorunlu kılmış olduğu söylenebilir (eğer böyle bir koalisyonun varlığı öngörülürse). Aslında cadılığın ortaçağ boyunca süren evrimi de şöyle bir kozmopolitliği doğrular gibidir. Pagan kökenli bir kült, giderek Hıristiyanlığın kara yüzü, bir kötülük kamburu olma suçlamasını kendisi de benimser görünüyor. Öte yandan Margaret Murray içinse cadılığın başlıca toplumsal tabanını yalnızca eskicil pagan inançlarına bağlılıklarını sürdürenler oluşturuyordu.
Cadılar hakkında iddalar
Cadı (İngilizce witch) birçok Dinde ve Mitolojide Doğaüstü güçleri olduğuna inanılan insanlardır. Cadılar Erkek ya da Dişi olabilirler. Cadılık Günümüzde bir Din olarak kabul görmeye başlamış ve adına ingilizce witchcraft adı verilmiştir. Witchcraft aynı zamanda cadılık sanatını uygulayan insanların bağlı olduğu Dini vurgulamaktadır. Esasında Şaman Dininin daha modernize ve sistamatize edilmiş şekli olarak görülebilir. Eski yunancada Witch Tedavi eden iyleştiren, şifa veren insan anlamına gelmektedir.
Günümüzde
Günümüzde Cadılık sanatıyla uğraşan pekçok insan yaşamaktadır. Cadılar hayatta ne yaparsan 3 katıyla sana döner inancını paylaşırlar. Eğer bir kötülük yapıcaksan 3 misli sana dönecektir, Eğer iylik yaparsan aynı şekilde 3 katı sana dönücektir inancını paylaşırlar. Bundan dolayı Cadılar asla kötü birşey yapmak ya da zarar vermek istemezler, bilirlerki yaptıkları kötülük fazlasıyla kendilerine dönecektir.
Cadılık Dünyada
Cadılık dünyanın pek çok ülkesinde farklı adlar ve şekillerde uygulanabilmektedir. Macumba Afrika büyüsüdür, buna karşılık Haiti adalarında bu büyücülük sanatına verilen ismi Voodoo'dur. Cadılar dünyadaki bütün din ve inanışların hepsine önem verir onların büyüsel uygulamalarını kullanırlar.
Gerald Gardner
Gerald Gardner'ın 1954 yılında kurduğu cadılık sanatı en meşhur olanlarından biridir. Gerald Gardner antropolojist, occultist( Gizli ilimlerle uğraşan )ve yazardır. Kendi kurduğu Tarikatın bugün halen takipçileri mevcuttur.
Türkçede
Cadı, dilimize Farsça'dan gelmiş bir sözcük olup; ilk anlamı "Geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak"dır (TDK). İkinci anlamı ise, "Kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın" anlamını taşır. Eski dilde güzel gözlü kadın manasına da gelen Cadı; günümüzde 15. yüzyılda Avrupa'daki bakış açısına göre genellikle süpürgesi üzerinde uçarak gezinen, büyücü bir kadını temsil eder. Harry Potter gibi öykülerde de görülebildiği üzere erkekler de cadı olabilmektedir.
Afrika'dan, Avrupa'ya; Hindistan'dan, Orta Doğu'ya; Dünyanın dört bir yanında büyücülerin veyahutta cadıların kültürlerde mevcut olduğunu görebiliriz.
Eğer ki; cadı kelimesini, süpürge ile gezinen, kafasında siyah bir Sombrero'yu andıran şapka ile dolaşan, büyüler yapan insanlar olarak incelemek istersek; bu inanış 15 ila 17'inci yüzyıl arasında Avrupa'da yaşayan kendilerini cadı olarak ilan eden; dul kadınları temsil eder.
Realistik olarak incelemek istersek; dul kadınların 15. ila 17. yüzyıl arasındaki zor yaşam koşulları altında yaşayabilmesi için yaptıkları zoraki bir meslektir. Varolmasının ana sebebi de ekonomikseldir. 18. yüzyılın ortası itibariyle cadıların yerini falcılar almıştır.
19. yüzyılın ortalarında; Edebiyat'ın başlıca karakterleri arasına giren cadı; halen günümüzde popülerliğini korumaktadır.
Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar kelimeyi anlamının aksi yönünde kullanarak , bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp sindirmek için kullanmış ve sembolleştirmiştir. Bu sembolun halk üzerinde oluşturduğu dini etkiden yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması için kullanılmıstır. Avrupada binlerce insan cadılık ve benzeri şuçlardan diri diri yakılmıştır .
Galileo gibi aydınlanma çağının bircok bilim adamı ve sanatçısı Engizisyon mahkemelerinde suçlanmış ve görüşlerini inkara zorlanmıştır.
Cadı denildiğinde ilk olarak aklımıza, süpürgesiyle uçan, siyah renkli kedisini yanından ayırmayan, yaptığı büyülerde kurbağa eksik olmayan uzun burunlu, uzun tırnaklı koni şeklindeki şapkasıyla yaşlı bir kadın sembolü gelir.
Son dönemlerde büyücülüğü ve cadılığı konu alan filmlerin yaygınlaşması cadılara ve büyücülüğe olan merakın arttığını gösteriyor. Bilindiği gibi dünya da büyük bir ün yaparak en çok okunan kitaplar arasına giren İngiliz yazar J.K. Rowling’in yazmış olduğu Harry Potter kitabının konusu tam olarak bu noktaya değiniyor. Büyücülük, cadılar kitabın ana temasıdır.
Aynı isimde beyaz perdeye uyarlanan film okur sayısı kadar ilgi gördü. Bu konuya ilginin arttığı açık şekilde görülürken, piyasada iyi bir pazar haline geldi. Ülkemizde de ilgi gören bu konu bazı yayın organlarını harekete geçirdi. Bu konuda yayınlanan ilk dizi Sihirli Annem dizisiydi. Dizi de cadı rolündeki kadının kocasını köpeğe çevirmesi esprisi o dönemin gündemini uzun bir süre meşgul etmişti. Psikologlar günlerce bu tür yayınların çocuklar üzerinde etkilerinde bahsetmişlerdi. Olaya espri boyutundan çıkıp reel olarak baktığımızda gerçek anlamda tarihteki cadılar bu kadar masum ve eğlenceli miydi?
Cadılar; özellikle Ortaçağ döneminin ilk akla gelen olaylarından biriydi. Engizisyon ve cadıları yanyana cümlede kullanmak hiç de yadırganacak bir şey olmasa gerek. Cadılık olayları Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte henüz Hıristiyanlığı duymayıp, köylerinde ve ülkenin ücra köşelerinde çok tanrıcılık dinine mensup kişilerin hala var olmalarıyla ve şeytanla işbirliği içine giren ve şehvet düşkünü oldukları iddia edilen cadıların var olduğu iddiasıyla kilisenin, din adı altında çok tanrılı dini kaldırma mücadelesi verdiği ve bu uğurda engizisyon mahkemelerinin kurulduğu bir dönemde cadıcılık kavramı gün yüzüne çıkmıştır.ORTAÇAĞ VE ENGİZİSYON
Ortaçağ Avrupasında bir çok kadın cadılık yaptığı iddiasıyla yakılmıştı. Dönemin şartlarına ve uygulanış şekline baktığımızda belki de bir çok masum kadın bu despot kanunun kurbanı olmuştu. O dönemde tıp biliminin henüz köylerde ve ücra kasabalarda yaygınlaşmaması kadınları hastalıklara karşı bir takım önlem alma zorunluluğu doğurmasına sebep olmuş, bunun neticesinde ormanda ilaç yapmak amaçlı bitki toplayan kadınlar, topladıkları bitkilerle büyücülük yaptığı iddiasıyla cadı ilan edilmişler, engisizyon kurbanı olmuşlardı. Nitekim Tevrat “Efsuncu kadınları yaşatmayacaksın” (çıkış :22:18) şeriatı kadınların potansiyel bir cadı olduğu fikrinin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Buna karşı bir tez geliştiren, Dünyaca ünlü Davincinin şifresi adlı kitabın yazarı Dan Brown olaya başka bir perspektifle bakarak cadı avının amacını tamamen bambaşka bir boyuta taşımış, Mecdelli Meryem olayına dayandırıp, asıl amacın İsa peygamberin aslında bir çocuğu olduğu ve soyunun devam ettiği, ancak soyundan gelen üstün özelliklere sahip bir kadın düşünüldüğü ve bu kadının Hıristiyanlığın temel inancını sarsacağı için kadının cadılık yaptığı gerekçesiyle ortadan kaldırılması gerektiği için kilisenin bu uygulamayı başlattığını bir kurgu yoluyla kitabında anlatmıştı.
Tarihte cadılık suçlamasıyla yakılıp, daha sonra itibarı azize ilan edilmek suretiyle iade edilen kadınlarda vardı.Jeanne d'Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d'Arc, 1920'de Vatikan tarafından azize olarak kutsanmış.Cadı avı sadece Avrupa da değil Amerika ve Orta Asya ülkelerinde de ses getirmiştir. Günümüzde hala cadıcılık olgusuna inanan bazı ülkeler vardır. Örneğin Hindistan da Orissa kentinde cadıların kurmuş olduğu dernekler ve cadıların cezalandırılmasına karşı birleşen cadıların kurduğu dernekler bulunuyor.
Cadılar özellikle bu suçtan ötürü cezalandırılan kadınlar o dönemde feodalizm ile yönetilen sistemin bir kurbanı olarak tarihin acı sayfalarında yer alıyor.
Deccal Kimdir Nedir
Şâbi'nin, Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ'dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Temimu'd-Dâri hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın:)
"Sen necisin, neyin nesisin?" dediler. O cevap verdi:
"Ben cessâseyim!"
"Cessase nedir?" denildi.
"Ey cemaat! Şu mannastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır!" dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı.
"Vah sana! Kimsin sen?" dedik.
"Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin!" dedi. Arkadaşlarım:
"Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. "Vah sana, nesin sen" dedik.
"Ben cessâseyim!" dedi. Biz: "Cessase de ne?" dedik.
"Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır!" dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk" dedik. Adam:
"Bana Beysân hurmalığından haber verin!" dedi. Biz:
"Onun neyinden haber soruyorsun?" dedik.
"Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu?" dedi.
"Evet!" dedik.
"Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır!" dedi.
"Bana Taberiye gölünden haber verin!" dedi.
"Onun nesinden haber istiyorsun?" dedik.
"Onun suyunun çekilmesi yakındır!" dedi.
"Bana Zuğer gözesinden haber verin!" dedi.
"Sen onun neyinden haber istiyorsun?" dedik.
"Gözede su var mıdır? Orada su var mıdır?" dedi.
"Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar!" dedik.
"Ümmilerin peygamberinden bana haber verin? O ne yaptı?" dedi.
"O Mekke'den çıkıp Yesrib'e (Medine'ye) yerleşti" dedik.
"Araplar O'nunla mukâtele etti mi?" dedi. Biz:
"Evet!" dedik.
"Onlara karşı ne yaptı?" dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize:)
"Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur!" dedi." Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çubuğuyla minbere dürterek:
"Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Ben bunu size anlattım değil mi?" buyurdular. Halk da: "Evet!" diye karşılık verdi. bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Temimi'd-Dâri'nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccâl'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz O Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır doğu tarafındandır. Evet o doğu tarafından zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!" buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti."
Müslim, Fiten 119, (2942); Ebu Davud, Melahim 15, (4325, 4326); Tirmizi, Fiten 66, (2254).
Ebu Sa'idi'l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize Deccal üzerine uzun bir hadis rivayet etti. Bize anlattıkları meyanında şöyle de demişti:
"Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan -veya en hayırlılarından- bir kimse onun karşısına çıkar ve:
"Sen Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın bize haber verdiği Deccâl'sin!" der. Deccâl de (kendi adamlarına):
"Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz? Bu işte bir şüpheye düşer misiniz?" der. Oradakiler:
"Hayır!" derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Diriltildiği zaman adam:
"Allah'a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım!" der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)cek, fakat musallat edilmeyecek."
Buhari, Fiten 27, Fedailu'l-Medine9; Müslim, Fiten 112, (2938).
Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur."
Buhari, Fiten 26, Enbiya 50; Müslim, Fiten 105, (2935); Ebu Davud, Melâhim 14, (4315),
Ebu Saidi'l-Hudri radıyallahu anh'ın anlattığına göre, Aleyhissalâtu vesselâm'a Deccâl'den sormuştur. Aleyhissalatu vesselam da şu cevabı vermiştir:
"O (Deccâl) çıktığı gün (aynen bir insan gibidir) yemek yer. Ben size, onun hakkında, benden önceki peygamberlerden hiçbirinin kendi ümmetine anlatmadığı hususları anlatacağım: Onun sağ gözü meshedilmiştir (görmez), pertlektir, göz hadakası yoktur, sanki hadakası çevrim içinde bir balgam gibidir. Sol gözü de inciden bir yıldız gibidir. Onun beraberinde sanki cennet ve ateşin birer misli vardır. Ancak hakikatta ateşi cennet, suyu da ateştir. Haberiniz olsun! Onun yanında iki kişi vardır; köy halkını inzar ederler. Bu ikisi köyden çıkınca Deccal'in ashabından ilki oraya girer."
Rezin tahric etmiştir. Hadisin kaynağı yok ise de, hadiste yer alan mefhumların şahidleri Sahiheyn ve diğer kaynaklarda çoğunluk itibariyle gelmiştir.
İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Veda haccı sırasında (bir ara): "Halk susup dinlesin!" buyurdular. Sonra Allah'a hamd ve senâda bulunup, arkadan Mesih ve Deccal'den uzunu uzun söz ettiler ve buyurdular ki:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm dânesi gibidir. (İki gözünün arasında ke-fe-re yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her müslüman okuyacaktır)."
Buhari, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103, (169)-(293
Devamı: http://www.yenimakale.com/deccal-kimdir-nedir.html#ixzz39gowoOs1
Roswell'e Düşen UFO
Arkadaşlar Elimden geldiğince arastırıyorum ve tüm gerçekliği ile sizlere sunuyorum ..
New Mexico'nun, Roswell bölgesindeki kaza ve sonrasında meydana gelen gelişmeler...
2 Temmuz 1947: Roswell'de yaşayan bir çift, evlerinin yakınında UFO gördüklerini bildiriyorlar. Bölgedeki ilk işaret böylece verilmiş oluyor.
4 Temmuz 1947: Gece saat 23.30'da Roswell yakınlarında bir UFO yere çakılıyor. UFO'dan etrafa yayılan parçalar, William Mac Brazel adlı çiftçinin arazisinde bulunuyor. Aralarında "Fransisken Tarikatı"ndan rahiplerin de bulunduğu çok sayıda tanık, UFO'nun yere düşerken çizdiği rotayı gözlemlediklerini bildiriyorlar.
5 Temmuz 1947: Askeri yetkililer bölgeyi ziyaretçilere kapatıp uzay cismine ve içinde bulunan mürettebata el koyuyorlar. Aynı gün, çiftçi Mac Brazel, arazisinde aynı cisme ait gözden kaçmış kalıntıların da olduğunu fark ediyor.
6 Temmuz 1947: Cisimle ilgili kontrol çalışmaları devam ederken, Mac Brazel bulduğu diğer kalıntıları da alıp Roswell şehrine gidiyor. Bu arada şehir halkı UFO kazası ile ilgili bir şeyler duymuştur.
7 Temmuz 1947: Roswell şehri güvenlik yetkilileri, Mac Brazel'ın getirdiği parçaları teslim alıyorlar.
8 Temmuz 1947: Bir basın mensubu, Mac Brazel'in yetkililere teslim ettiği parçalarla ilgili haberi, gazetesinde yayınlıyor. UFO meselesi henüz askeri bir sır durumunda değildir. Aynı gün askeri yetkililer, gazetede çıkan haberi yalanlıyor ve buluntuların kaza yapan bir UFO'ya değil, sadece bir meteoroloji balonuna ait olduğu iddiasını ortaya atıyorlar.
Sonrasıysa dinlemeye ve tanıklık etmeye alıştığımız türden bir senaryo ile gelişti. Yani diğer UFO olaylarındaki gibi, Amerikan Hükümeti UFO gerçeğini halktan ve basından gizleme kararındaydı. Cesetlerle birlikte UFO'dan geriye kalanlar bir hava üssüne taşındı. Dünya Dışı Varlığı tanımanın ve fizik özelliklerini dünyalılarla kıyaslamanın en basit yolu ise, otopsi yapılmasıydı. Gizli bir şekilde otopsi gerçekleştirildi ve otopsi çalışmaları filme alındı.
Orduda görevli kameraman Jack Barnett yıllar sonra tüm çevreleri ayağa kaldıran otopsiyi filme aldığını açıkladı. 90 dakikadan biraz daha fazla süren bu filmde, belki de dünyanın en büyük sırrı gizliydi... Film yıllar boyunca hükümet tarafından açığa çıkarılmadı. Ancak bazı iddialara göre, Başkan Truman da otopsi salonundaki tanıklardan biriydi...
Günümüze gelindiğinde, filmin dünya insanıyla tanışmasını sağlayan İngiliz gazeteci ve televizyon program yapımcısı Ray Santilli'nin iddialarına göre, kameraman Barnett, filmin bir kopyasını çıkartmayı başarmıştı.
1993 yılında Santilli, büyük şirketler adına çalışan Barnett'i, Elvis Presley hakkında belgesel bir film yapmak amacıyla ziyaret etti. Oysa artık 82 yaşında olan eski kameraman Barnett yıllar önce Amerikan Hava Kuvvetleri'nden çaldığı bu değerli kanıtı daha fazla saklayamayacağım ve bu gerçeğin dünya insanıyla paylaşılması gerektiğini söylüyordu.
Barnett'in ne denli misyoner ruhu taşıdığı bilinmez, bol sıfırlı bir çek karşılığında sattı filmi Santilli'ye... Bundan sonra da dünya basınını ayağa kaldıran uzaylı varlık otopsisi yavaşça dışarıya sızmaya başladı.
Film önce ×BBC aracılığıyla dünyaya tanıtıldı. Başlangıçta sadece araştırmacılara ve bilim adamlarına ayrıcalık gösterilirken kısa sürede otopsi masasında yatan uzaylı cesedi Avrupa'da ve gezegenimizin diğer bölgelerinde en çok satan dergi kapaklarında görülmeye başlandı. Karşı çıkanlar, destekleyenler, UFO araştırmacıları, doktorlar ve sadece meraklılar bile türlü fikirleri öne sürüyorlardı artık...
Acaba çağdaş dünya insanı ilk defa bu film aracılığıyla mı bir uzaylı varlığın neye benzediğini görme şansını yakalıyordu? Yıllardır beklenen gerçek kanıt ayağımıza gelmişti ve iddialar doğrulanacak gibi görünüyordu...
Oysa ülkelere ve dönemlere yayılmış biçimde, kaçırılmalara, yakın karşılaşmalara tanık olanların bildirdikleri de vardı. Ve bu birinci elden tanıklıklardan uzaylıların beden yapılarıyla ilgili genel bir şablon çıkartmak mümkündü. Ortak noktalar tam 20 maddede sıralanıyordu. Roswell cesedini incelemeden önce herkesçe bilinen uzaylıların neye benzediğini hatırlamakta yarar var:
UZAYLILAR'IN TESPİT EDİLEBİLEN ORTAK FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ
1- Varlıkların boyu genellikle l ila 1.50 m arasında değişiyor. En uzun olanları ise 2 m civarında.
2- Baş, insan görünümü taşısa da bedene kıyasla çok büyük kalıyor.
3- Gözler büyük ve çukura kaçmış, birbirlerinden ayrı, ya da normal insan gözünden çok daha geniş. Uzak doğulu izlenimi verircesine çekik.
4- Kulak benzeri işitme organlarına ya da başın iki yanında yer alabilecek çıkıntılara sahip değiller.
5- Burun göze çarpmayacak kadar belirsiz.
6- Ağız düz bir çizgi veya yarık biçiminde. Yok olan kulaklar gibi işlevini yitiren ağız da beslenme ya da ses yoluyla iletişim, konuşma amacıyla kullanılmıyormuşçasına silikleşmiş.
7- Boyun dikkati çekecek kadar ince.
8- Saçlar... Kimi tanıklara göre uzaylıların saçları yok. Bazı tanıklarsa başın tepe bölgesinde hafifçe renkli bir leke gördüklerini söylüyorlar. Bedenin hiç bir bölgesinde tüye rastlanmıyor.
9- Gövdenin tümü zayıf ve küçük olarak tanımlanıyor. Olayların çoğunda gövde bir tür giysi ya da üniforma ile örtülmüş durumda. Karında göbek deliğine rastlanmıyor.
10- Kollar son derece ince ve uzun. Hatta bazen dizlere kadar iniyor.
11- Eller, dört parmaklı. Baş parmak yok. İki parmak diğerlerinden daha uzun. Bazı gözlemciler tırnaklardan söz ederken, başkaları tırnak görmediklerini belirtiyorlar.
12- El ve ayaklan tanımlayacak genel özellikler yok.
13- Cilt rengi tanıkların gözlemlerine göre bej, güneş yanığı, kahverengi ya da gri pembe olarak değişebiliyor. Bazı gözlemlerde ise; loş ışıklar altında maviye kaçan gri ten renginden söz ediliyor.
14- Uzaylıların diş yapısı hakkında hiç bir şey bilinmiyor.
15- Üreme organları ise hala sır niteliğinde. Bazı tanıklar, ne kadın ne de erkek üreme organına sahip olmadıklarını söylüyor. Klonlama ya da dünyada henüz bilinmeyen farklı yöntemlerle üredikleri düşünülebilir.
16- Kimi olaylarda dünya dışı varlıklar sanki aynı kalıptan yapılmışçasına birbirinin eşi, benzer görüntüler ve biyolojik özellikler taşıyorlar.
17- Beyin kapasiteleri bilinmiyor.
18- Kan... Bedenlerinde bir sıvı var ama bildiğimiz kana benzemiyor.
19- Beslenme... Katı ve sıvı besin ürünlerini tanımıyorlar. Ele geçen UFOların hiç birinde gıda maddesine rastlanmadı. Sindirim sistemi ve rektal bölgeye sahip değiller.
20- Söz konusu özellikler taşıyan dünya dışı varlıklara genelde insansı ya da hümonoid adı veriliyor. Ancak hangi güneş sisteminden geldikleri hala bilinmiyor. Bizim güneş sistemimizin farklı bir bölgesine ait olup olmadıkları hakkında da bilgimiz yok.

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)